Sonntag, 30. März 2014

Niyet etmek üzerine (*)

Degisimin anlam kazanmasi, süreklilik saglamasi icin niyetlenmek gerekir. Bu niyet, yapilmak istenilen degisimi gercek anlamda istemektir. Niyetlendigi zaman hic bir süphenin olmamasi gerekir, aksi halde bu niyet yilbasinda söz verip de kisa zamanda verilen sözün tutulmamasina benzer. Aslinda degisim istenmemektedir ama herhangi bir nedenle degisim isteniyormus gibi gözükülür. Bu „mis“ gibi gözükmek gercek niyetin pek de saglam temellere dayanmadigini, önüne cikabilecek herhangi bir engelde bozulacagi sinyalini verir. Bu nedenle gercek niyetimizi nasil bulacagiz? sorusu önem kazanir.

Derinlere girmeden niyetin hangi anlarda tuttugunu bazi örnekle daha iyi görmek, anlamak mümkün olacaktir. Cok güzel bir örnek oruc tutmadan önce oruc tutmak icin yapilan niyettir. Burada sadece birseyin yapilmasi icin hazirlik yapilmiyor, inancin verdigi güc o sahsi normal hayatta basaramiyacagi seyi basarmasini saglayacak duruma getiriyor. Onun inanci ne kadar kendi disinda olsa da o inanc kendi özüne yansiyor ve o sahsa asil gerekli olan özgüveni veriyor, inanci ona yapabilecegi, orucu bastan sona kadar tutabilecegi özgüveni sagliyor. Inanc normalde zayif olan niyeti güclendirmeye yariyor. Yilbasinda da mesela sigara birakmaya niyetlenenler vardir ama onun orkasinda saglam bir zemin olmadigi icin o inancsiz yapilan niyet kisa sürede bozulur.

Her inanc ile yapilan niyet o sahsi disipline eder. Ne kadar dogrudur bilmiyorum ama oruc öncesinde yapilan o niyet o sahsi disipline etmek icin bir oyundur ama güzel bir oyun. Kücük bir „hile“ ile o sahis kendi kendini disipline edebilecegini, niyetinin saf oldugu takdirde görüyor. Inanci niyetini saflastiriyor. Yilbasinda sigarayi birakmak isteyen kisi de sirf o günkü niyetle sigarayi birakamaz, cünkü o sigarayi bir kacis yolu olarak kullaniyor ve bunun farkinda degil. Sorun oldugunda sigara onun icin kacis yolu oluyor ve dikkatini dagitiyor, iyi durumlarda yine kendisini sigara ile ödüllendiriyor. Aslinda birseyi basarabilecegine sigara sayesinde inanmiyor, basarabilecegi konusunda özgüveni cok az. Bu nedenle sigarayi birakmakla sorun cözülemiyor, sorun aslinda sigara da degil, asil sorun özgüvenin artmasi ile herseyin üstesinden gelebilecegi kanisina varmaktir. Buna kisi gercek anlamda inanmadigi sürece herhangi bir degisim gösteremez.

Köklü bir degisime inanmakla niyet ancak kendini gösterebilir. Gercek anlamda saglikli yasamaya karar verildiginde ve saglikli yasamanin kacinilmaz oldugu vücudunun her hücresi tarafindan ikna edildigi andan itibaren o sigara icmeyi birakacaktir ve disiplinli bir hayat sürdürecektir. Niyet insani disipline eder, sorumlulugu üstlenmesini saglar.


(*) Bu yazi Degisim ve gelisim üzerine (http://turanerdal.blogspot.de/2014/03/degisim-ve-gelisim-uzerine.html) yazisinin devamidir.

Degisim ve gelisim üzerine

Bu yazi serisinin baslangici birseylerin iyi gitmedigini fark etmekle (isyanla) baslamis, cözüm yolu önerisi ile devam etmis ve uygulama ile son bulmustu. Aslinda uygulama bizi tekrar yolun basina götürüyor. Uygulamanin tekrar irdelenmesi durumunda neyin iyi gittigini, neyin kötü gittigini anlama sansi bulacagiz. Bu görüldügü gibi o kadar da basit bir olay degildir. Birseyin farkina en kolay sekilde o seyin iyi gitmedigi zaman varilir. Iyi gittigi zaman pek sorgulanmaz. Birseyin kötü gitmesi demek, o sey üzerinde yürüttügümüz teorinin cökertilmis oldugu anlamina gelmesi demektir. O halde cökertibilen teoriler ve cökertilemeyen teoriler diye teoriler ikiye ayrilir.

Cökertilebilen teoriler sürekli realite ile kiyaslanabilen teorilerdir. Cökertilemeyen teorilerde yanlis-dogru kavrami pek aranmaz, o teoride vaad edilen seylerin kabul edilmesi beklenir. O teori yasa gibi algilanir. Gerekirse Hegel'in de dedigi gibi (gercekler teori ile uyusmazsa, vay geldi gercegin basina) gercekler teorilerle uyusmadigi zaman uyusmasi icin gercekler bükülür. Iste o zaman gercekler gözardi edilip ne pahasina olursa olsun o teoriler ayakta tutulmak istenir. Hic yoktan yanlis bir teorinin olmasi karlidir, denir. Bu nedenden dolayi cökertilemeyen teorilerde herhangi bir sekilde realite ile kiyaslama söz konusu olamaz, orada ikna etme de olamaz, cünkü bu teoriden öte, bir inanc sistemidir. Inanc sistemi dogru-yanlis terimleri ile kiyaslanamaz, onun ölcüm birimi cok daha degisik, burada irdeleyemiyecegimiz faktörlere baglidir.

Degisim ve gelisim söz konusu ise bu ancak cökertilebilen teorilerle gerceklesebilir. Cökertilebilen teorilerin yasama hakki ebedi degildir, o daha iyi bir teori ortaya cikincaya kadar ayakta kalacaktir. O teorinin yanlis olma payi sürekli vardir. O kendine inanilmasini istemez, sorgulanip daha iyi bir teoriye yerini birakincaya kadar ayakta durur. O halde cökertilebilirlik gercek teoriyi yanlis teoriden ayirt etmeye yarar; tastik edilemeyen, gercek ile kiyaslanamayan teorileri yanlislamak imkansizdir. O teoriler her durumda dogrulugunu yitirmez, gerektigi zaman gercek denilen sey de teori ugruna bükülür. Gercek teorileri yerde tutmayi saglar.

Teoriyi teori yapan baska bir ölcek ise onun öngürüde bulunmasidir. Bir teorinin gercek ile örtüsmesi yetmez, o gercegin zaman icerisinde degisim gösterdigi de göz önünde bulundurulursa söz konusu olan teorinin de gelecege dair bir öngörü yapiyor olmasi gerekir. Eger yagmur yagdiginda yerler islaniyorsa, o zaman „her yagmur yagdiginda yerler islanir“ diye bir genelleme yapilabilir ve her yagmurun yagmasinda yere bakarak, yerin islak olup olmamasi teoriyi test etme kriteri teskil edebilir. Görülecektir ki o teoriyi tersten okumak dogru degildir, yani her zaman yerin yas olmasi yagmur yagdigi anlamina gelmez. Bazen su hortumu ile yerin islatildigi da görülür ama her yagmur yagdiginda yerler islanir. Yagmurun islatma özelligi vardir.

Bir teorinin gelisme gösterebilecegini kabul etmekle o kisinin de olgulara karsi tutumu degisir. Degisme payinin olmasi her teorinin hata payinin da oldugu anlamina gelir ki onun teorilere karsi daha esnek olmasini saglar. Kati kurallar yerini ikna etmeye birakir, ikna etmek de karsi taraf ile irtibata gecmek anlamina gelir. Irtibata gecilmedigi takdirde, o teorinin baskalari tarafindan da tastiklenmedigi durumunda o teorinin dogru oldugu sayilmaz, cünkü tek kisinin dogru saydigi bir teori teori degildir, o sadece tek kisinin sanrisindan ibarettir. Dogru varsayilan bir teorinin diger insanlar tarafindan da dogru oldugu tastik edilmesi gerekir. Tastik ettirmek icin gösterilen caba o teorilere daha da siki sarilmaya neden olur ki o da baslangicta gösterilen esnekligin kalkmasina, aslinda ulasilmak istenilen seyin tam tersine ulasilmis olunur. Dogru olan seyi tastiklettirme istegi esnekligi yitirmeye neden olur. Bu da hem kisisel gelismeyi hem de teorik gelismeyi önler.

Bazi dogrularin kabul görmesi icin zaman gerekecegini göz önünde bulundurulursa, baskalarini ikna etme dürtüsünden kurtulmus olunur ve teorilerin icerdigi esnekligi kendi karekterimize de tasimiz oluruz. Dogrulugundan hic süphe etmedigimiz teorilerin dogrulugu kabul görmedigi zaman dogru zamanin gelmedigini farz edersek, dogru zamanin geldiginde kabul görecegini bilmemiz gerekir. Nietzsche de kitabini yazarken kendinden 100 yil sonra gelecek okurlari icin yazdigini söylemisti. Bizim dogru gördügümüz teori kabul edilmedigi takdirde anlasilmasi gerekir ki karsi taraf henüz o teoriyi görmeye hazir degildir. O teoriyi anlamasi icin ona zaman tanimanin en uygun yöntem oldugunu anlamak, hem teoriye karsi olan durusumuzu gösterecektir, hem de hem kendimize hem de diger insanlara gelisme sansi tanimamizi saglayacaktir. Zamanin kisitli oldugu kanisi esnekligin düsmanidir.

Samstag, 29. März 2014

Güvenmek ve güvensizlik üzerine



Maslow'a göre güvenmek en temel ihtiyaclardan biridir. Güven çocuk yaşlarda kazanılır, kazanamadığı durumda sağlıklı bir hayat sürdürmesi zor olacaktır. Özgüven kazanamamış biri hayatı boyunca bağımlı bir hayat sürdürecektir, birilerinden emir alacak ve itaat edecektir. Itaat etmemesi durumda güvendiği kişi güvenceyi şantaj olarak kullanarak korkutacaktir.

Korku ile güven kardeştir, birinin olmadığı anda diğeri ortaya çıkacaktir. Santajci her fırsatı değerlendirerek karisindaki kişiyi kendine bağımlı kılarak sünni ve güvenli bir ortam yaratacaktır. Bağımlı kılacağı kişiyi kapalı bir ortamda tutmaya çalışıp tüm ihtiyacını karşılayacak bir düzen hazırlar. Hiç bir zaman yanlız bırakmayıp tüm gereksinimlerin o ortamda karşılandığı bir topluluk. Herşeyin bilinir ve hesaplanır olması orada yaşayan fertlere güven verecektir. Onlar Dostejevski'in dediği gibi onlar "hergün tatlı yeyip, gelecek nesili" üretmekten başka bişey yapmiyacaklardir.

Bu sünni yaratılmış güvence ortamı o güvenceyi sağlayanlara bağlıdır, yani keyfi güvencedir. O arada sırada güvenceyi tehdit edecek sünni tehlikeler yaratıp gruptaki fertlerin ona daha sıkı sarılmasını sağlayacaktır. Sunni güvence ortamini tercih eden korkudan özgürlüğünü feda etmiştir artık. Kendi başına bir şey yapamaz duruma gelmiş, üretmekten çok tüketir duruma düşmüştür. O artık o sünni güvence veren dünyayı kuranların keyfine bağlıdır. Herhangi bir hak taleb edemez, ondan beklenen şey güvence karşılığında itaatkar olmasıdır, ondan bekleninlen herşeyi yapmasıdır. Onun duyduğu güvence o ortamı sagliyanin iki dudağının arasındadır, bu nedenle en büyük ceza o ortamdan men edilmektir. Bir defansına bağımlı kalan o ortamda kalabilmek icin her beklentiyi yerine getitecektir, çünkü başka çaresi yoktur.

Bu tür güvence ortamı güvencenin suistimal edildiği ortamdır. Asıl güvence kendine duyabileceği güvencedir, kendini feda ederce derecede boyun eğmek değil, hayatın getirdiği tüm başedilmesi gereken şeylerin üstesinden gelebileceği yetisine sahip olan bir güvence. O küçük yaştan beri mücadele etmeyi öğrenmiş ve yeterince o sorunların üstesinden gelebileceği kanıya sahip bir güvence. O birçok şeyi denediği anda o şeyler yanlış gitse bile  sığınabileceği, şartlar ne gösterirse göstersin başını sokabilecegi bir yerin olduğu güvenceye sahip olmalıdır. Çocuk yaşta anne-babadan, kendi ayaklarının üstüne durduğu andan ihtibaren devletten bu güvenceyi bekleyecektir. Bu güvence onu baglamaz, sadece sağlıklı bir hayat sürdürmesi için şarttır. Iplerin koptuğu anda ona destek çıkacak alt yapının olması gereklidir.

Özgüvenini oluşmasında anne-baba kadar da yürürlükte ilan devlet politikası etken olur. Bir fertin devletten bekleyeceği şey, kurumlarının keyfi hareket etmemesidir. O mal ve mülk sahibi olduğunda varlığına keyfi nedenlerden dolayı el konulmaması, yasa önünde hakkını savunabilecegi güvenceye sahip olmasıdır. Yasaların keyfi nedenlerden dolayı değiştirilip belli bir kesime yarar sağlamaması gerektiği güvenceye sahip olması gerekiyor ki kendisi de birşeyler yapmak için özveri ile uğraşsın. Bugün yaptığı şeyi yarın kaybedeceğini bilen biri herhangi bir girişimde bulunmaz. Zaten kaybedeceği şey için neden uğraşsın ki? Aynı şekilde medyanın da onu tarafsız haberlendirdiği kanısında olmalıdır ki güvencesi tam olsun. Gaye yarışa çıkanların aşağı yukarı aynı şartlara sahip olduğu güvencesini vermektir. Böyle bir toplumda gelişme kaydedilir, belli bir kesime dahil olunduğunda fayda sağlayacağını bilmek o sistemi içten içe kemiriyor olur. O sistem içten kendini rüşvete alıştırmış olur, o sisteme dahil olanlar da birşeye ulaşmak için en kısa yolu sececeklerdir. Uzun vadede böyle güven sağlayamayan sistemlerde fazla gelişme kaydedilemez.

Freitag, 28. März 2014

Bu ülke kahraman arıyor

Bu ülke Türklere eski gücünü gösterecek kahraman arıyor. Kahraman en cesaretli insandır, en önde giden insandır. Cesaretini belki izlediği ideolojiden alabilir ama ideolojisini gerçekleştireceği güce sahip olduğuna inanmak ancak aklı yerinde olmayanin aklına gelebilir. O tüm gücü ile kendini öne atan, kendi kudretine güvenen bir öncüdür. Bu nedenle kahraman tipi insanlar savaş anında sürekli en önde gidenlerdir, sürekli onlar ilk önce ölenlerdir. Ilk önde gidip de hayatta kalanlara ise kahraman denir.

Normal hayatta da maceraperest insanlar vardır. Yeni iş dalı kurmak isteyenlerden de bir kahramanlık duygusu vardır. Onlar da yapmak istedikleri şeylerin gerçekleşip gerceklesmiyecegini bilmeyerek riske girerler. Ilk aşamada aptal sayılırlar, ama hayatta kalabilirseler veya kurdukları iş başarılı olursa kahraman ilan edilirler. Kahramanlık sürekli sonradan verilen bir etikettir.

O cesur insanları takip eden çoğunluk vardır. Riske girmekten korkan, çevrelerinde sürekli o kahramanları gözetleyen bir çoğunluk. Savaşta ilk önde gidenin arkasından gelen çoğunluk zaferi de kendine atfeder. Aynı ilk ticarete atilani kopyalayanlar gibi başarının geleceğini hep bildiklerini söylerler. Onlar hep biliyorlardı başarının kacinilmaz olduğunu.

Kahramanın pek planı yoktur. Onun yaptığı şey pek planlı değildir. O ilk duyumladigi hissi, ilk gördüğü rüyayı hayata geçirmeye calisisir. Gerçekleştirmek istediği şey boyundan büyük olduğu için ilk önce gerçekleşme şansı verilmez, gerçekleştiği zaman da gercekten boyundan büyük iş başarmıştır o. Boyundan büyük iş başardığı için de her yapacağı şeyin başarılı olacağı zannedilir. Oysa o doğru zamanda doğru yerde olduğu için başarılı olmuştur. Gerçek anlamda planlı bir iş yapmamıştır. O icraat yapar. Icraat yaptığı için de o normalde kördür. Kör olduğu bilinmez, yaptığı o inanılmaz hamle sürekli planlı yapmış gibi görükür. Millet bu başarıdan sonra hiç bir hatasını görmez, görmekte istemez. Cesaretli olmadıkları için hayellerinde o kusursuz kahramanı yaşatmak isterler. Ona toz dokundurmazlar, oysa kendilerinin de bir kahraman olduğunu anlamak o kadar zor değildir. Biraz cesaret ve biraz da kendine güven yeterlidir.

Kahraman elde ettiği güç ile tüm yetkileri elinde bulundurmak ister. O alacağı kararların sorgulanmasına tahammül edemez, çünkü o şimdiye kadar yaptığı şeylerden hiç hesap vermemistir, bu nedenle de hesap vermenin icraatı yavaslattigi kanisindadir. Paylaşmak ona zor gelir, çünkü kudretli olduğunu zanneder. Oysa başarısı şansa dayaliydi. Tüm yetkileri üzerine alarak kendinin önüne geçmek isteyenleri engellemek ister. Destekçilerinin de güveni ile gerçekten de tüm yetkiyi eline geçirmeyi başarır ve tek kahramanın hükmettiği bir yönetim şekli yaratmış olur. Ilk zamanları, başarı yerini despotik bir yönetim şekline bırakır ve gelişme önlenmiş olur. Yaptığı şeylerin iyi gitmediğini gören kahraman gücün elden gideceğini fark ettiği için korku yaymaya çalışır, kendisinin dış güçler tarafından düşürülmek istediğini söyler. Yasalar daha da sertlesir, sertlestikce de gerginlik artar. Sonuc olarak tek kurtuluş yeniden büyük bir hamle yapmaktır, bu savaş olabilir veya iç düşmanlar yaratarak olabilir. Önemli olan şey tek bir hamle ile tekrar kahraman olmayı basarmaktir.

Samstag, 22. März 2014

Farkinda olmak üzerine



Bilgi sahibi olmak kişisel herhangi bir artı sağlamıyor. Bilgili olmak sadece birşeyin nasıl olduğunu, onun nasıl işlediğini bilmeye yarar. Bu bilgi belki avantaj sağlayabilir, belki hiç kimsenin yapamadığı şeyleri yapmayı sağlar ama kişiliğe artı birşey katmaz. O yine aynıdır, ne kişiliği değişmiştir, ne de bilinç seviyesi. O birşeyi yapmakta usta olmuştur belki ama yine de kafası karma karisiktir, o hala  duygularının kölesidir.

Bilgi depolamakla bişey değişmiyor, o özgür etmek yerine insanı daha da çok kendine bağlıyor, bağımlılık yapıyor. Bilginin kelepcesinden de kurtulup, zincirini kırmak gerekir. Bilge olmak bilgi ile dolmak değil, bilgiden boşalmaktir. Bilgi karın doyurmak içindi. Karın doyduktan sonra sıra beynin besinine gelir. Beyin besini bosalmaktir. Tüm baglantilardan kopmaktir.

Baglantilardan kopmak nasıl bir duygudur? Herşeyden arınmış halde, hiç birseyden bağımli olmadigi zaman, insan olanı olduğu gibi algılama şansına sahip olabilir. Kafası hiç birşeyle meşgul olmadığı zaman herşeyin farkına varabilir. Düşünce farkindaligin düşmanıdır.

Freitag, 21. März 2014

Paylasmak uzerine



Oyun teorisinde „Tit-for-Tat“ diye de bilinen, tercümesi „dise dis“ ile es anlamli sayilan teoriye göre zarar görmemek icin kendine ne yapiliyorsa karsiligini da aynen iade etmek zorundasin. Kötülük yapana kötülük, iyilik yapana iyilik yapma stratejisi uygulanir. Stratejinin amaci karsi taraf tarafindan kullanilir duruma düsmemektir. O teoriye göre, kendine yapilan kötülügü sürekli af eden biri kullanilacaktir. Af etmeyi aliskanlik haline getirip, sürekli ayni tavir karsi taraftan beklenecektir. Diger taraftan kötülüge kötülük ile karsilik veren bir tutum ise siddeti büyüttükce büyetecektir ve olayi yatistirmasi bir hayli zorlasacaktir.

Baska bir strateji ise „Tit-for-Two-Tats“, yani yapilan birinci kötülügü af edip ikincisini beklemektir. Birinci yapilan kötülügün bilmeden yapildigini varsayarak af edildigi ama ikinci bir kötülügün arkasinda art niyetin yattigi görüsün stratejisidir bu. Ikinci yapilan kötülük af edilmez, ceza aynen karsi tarafa iade edilir. Birinci yapilan kötülügü af etmenin nedeni karsi tarafa güvenmekten kaynaklanir. Karsi taraf bir defaya mahsus güvence kredisini kullanmistir, ikinci defasinda kredisi bitecektir. Tit-for-Tat stratejisinde güvenceye yer yoktur. O birinci hamlede güvenceyi kaybedip karsiligini hemen alacaktir.

Yapilan arastirmalara göre en basarili oyun stratejisi ilk önce güven vermenin oldugu ve herseyin iyi gidecegine inanan stratejidir. Iyi gitmedigi durumda acil fren cekilir ve kagitlar tekrar dagitilir. Uzun vadede kazanmanin sirri iki tarafinda iyi niyetli olmasina dayaniyor. Af kredisinin fazla kullanilmamasi her iki tarafin da uzun vadede kazanacaklari görülmüstür.

Neden oldugu pek bilinmese de Türkiyede bazi gruplarin cok fazla güce sahip olduklari ve dolayisi ile güclü olduklari icin de diger gruplari dislayip hor görmüs olmalari bilinir. Hor görülenlerin güclenmesi eski durumu tam tersine cevirmistir, simdi hor görülenler o zamanki hor görenleri dislamaya basladilar. Yani onlar „Tit-for-Tat“ stratejisini uyguluyorlar. Bu stratejinin cok dengesiz oldugunu positif geri besleme ile göstermek cok kolaydir. Kullanilan siddet daha fazla siddete neden oldugu icin, siddet sinirsizdir. Her kesim kendine göre hakli tarafi arayip bulacak ve yaptigini nedensellestirecektir. Bu stratejide uzlasmak olanaksizdir.

Derin yaralar olmasina ragmen herseyin iyi gidecegine güvenen birilerinin cikip pozitif geri beslemenin enerjisini almalidir. Bunun tek caresi olmus olaylari unutmak degildir ama büyüklük gösterip bir defasina mahsus af etmektir. Af etmekle kalmayip asil hedefin beraber calismakta yattigini görmektir. Iki tarafin da kazanmasi icin beraber calismaktan baska care olmadigini, aksi halde karsi taraftan öc almanin sadece kör dügüm olmus duygulara hitap ettigini anlamakla cözüm icin bir ileri adim atilmis olunur. Öc almak sorunu cözmez, o sadece sorunu erteler, cünkü öc alinan tarafta öc almak icin uygun firsati bekleyecektir, uygun firsati buldugu zaman harekete gececektir.

Duygulara hitap ederek hakli pozisyonda olundugunu savunanlar ve kendine yandas bulmak isteyenler olabilir. Onlar icin iki tarafin kazanci önemli degildir, kutuplastirip en büyük payi kendilerinin almasidir. Kendi gruplari icerisinde kendisinin alternatifsiz oldugunu sürekli belirtecektir. Kendisinin tek kurtarici oldugunu vurgulayacaktir, oysa bu tutum uzun vadede pek kazanc getirmedigi ortaya cikmistir.

Yasalar uzerine



Iyi ve kötüyü yasalar ve gelenekler düzenler. Yasalarla iyice haşır neşir olmuş insan onun doğal olduğunu zanneder. Oysa o ona ikinci deri gibi giydirilmis, farkına varamayacak kadar tabilesmistir. Bunun böyle olmasında, sürekli aynı yerleşim bölgesinde kalıp dünyasının o kisi icin sınırlı olması rol oynar. Fazla değişim göstermeyen çevresi ona herşeyin aynı kalacağı izlenimi ve hiç birşeyin değişmeyeceği sanısını verir. Oysa yer değiştirmesi halinde, yasaların göreceli olduğunu, çoğu yasanın da keyfi olduğu görülecektir. Bir yerde geçerli olan yasa diğer bölgede geçersiz veya önemsiz olduğu, bazı yörelerde o yörenin alışkanlığı yasa olarak kabul edildiği görülecektir.

Yasa görüldüğü gibi görecelidir. Ilk hitapta insanlar arası ilişkiyi belirlemek için konulmuş kurallardir. O yasalara göre kimin haklı kimin haksız olduğu tespit edilir. Yasalar önceden bilindiği için yasaya karşı gelenlerin art niyetli oldugu ve dolayısı ile haksız duruma düştügü kanaati yaygındır. Normal, aklı başında bir insanın yasalara karşı gelmesinin anlamsız olduğu düşünülür. Yasalara karşı gelmekle kötü niyeti sergilediği söylenir. Yasaların keyfi olmadığını vurgulamak için onların yüce bir varlık tarafından indirildiği de söylenir. Böylelikle yasalar degistirilemeyecek hal alır ve putlastirilmis olurlar.

Yasanın gerçek yasa olduğu unutulduktan sonra esneklik kalkar ve harfi harfine uyulması istenir. Yasanın gerçek amacı unutulmuştur. O artık insanlar arası ilişkiyi belirlemez, o dokunulmaz bir hal almıştır. Yasaların dokunulmaz olması sadece yüce varlıklara atfedildigi zaman gerçekleşmez, kudretli önderlerin davranışları veya getirdikleri kurallar da aynı dokunulmazlığı yansıtır. O kuralların yükseltilmesi, o kurallara uyuldugu takdirde kudretli insandan herhangi bir gücün kendilerine geçeceği umut edilir. Bu nedenle o insanların dokunduğu şeyler veya giydiği elbiseler kutsanir. Onlara dokunuldugunda aynı kuvvete sahip olunacağı zannedilir. Bu nedenle önderler kopyalanir, onların yaşamına benzer yaşam sürdürmek istenir.

Gerçek amaç göz önünden kaybolduğu zaman yerini kopyalama alır. Gerçek amaç nedir? Yasalara uymak midir? Hayir, hiç zannetmiyorum. Asıl amaç yücelmek olmalıdır. Yücelmenin en basit yöntemi yücelmis insanları örnek almaktır ama bu yeterli değildir. Onlar sadece örnek teşkil eder, kopyalanamaz. Herkesin hayat şartı değişik olduğu için o örnek şahısların davranışları sadece kendileri icin bir çözüm yolu teşkil eder, ama Roma'ya giden yol çoktur. O çözümü kendi hayatina uyarlamayi isteyenler
de o kurallar ayni üstünde siritan kiyafete benzer. Kendi kiyafetimiz hangisidir? O örnek şahıslar ne yapmışlardır da kendi kiyaetflerini giymeyi becermislerdir? O örnek şahıslar kendi yasalarını koymayı başarmışlardır. Onlar o yasalardir. O yasalar sadece onların yoludur. O yasalara burunmekle sahsiyete kavusulmaz. Giydirme sahsiyetle ancak başkasına benzenir. Oysa kendimizin de yasa olduğunu kavramak ve kendi yasamizi uyarlamak erişilmesi gereken yol olmalıdır.

Yücelmek haricinde yükselmek isteyen sahislar da vardir. Karizmalari ile büyük bir kitleyi arkasindan cekebilen sahislar vardir. Amaclari yücelmek olmadigi icin onlar güc pesinde kosarlar. Güc pesinde kosanlarla yücelmek isteyenler arasinda fark vardir. Güc pesinde kosan gücü korku sayesinde sagladigi icin sürekli korku yaratmak zorundadir ki kendisi kurtarici olarak ortaya cikabilsin. Insanlar da zanneder ki o sahis olmasaydi kendi hayati kötü gidecekti, oysa bu tutumu ile gücü baskasina devrettigini bilmez ki. Diger taraftan yücelmek isteyenin niyeti güc pesinde kosmak degildir. Onun güclü olmaktan baska sansi yoktur, cünkü o kendi hayatini oynuyor. Ona atfedilen güc onun icin birsey ifade etmez. O sadece yapilmasi gerekeni yapmistir.

Sonntag, 16. März 2014

Uygulama üzerine

Isyan ettik, durum analizi yaptık ve sonunda çözüm önerisi sunduktan sonra sıra uygulamaya gelmiştir. Tek başına isyan etmenin bir anlamı yoktur. Belirttiğimiz gibi isyan etme hissi bir davranıştır, hosnutsuzlugun baş gösterdiği andır. Bu durumda kalmakla çocuksu bir davranış sergilenmiş olunur. Oysa hedef yanlış giden durumun iyileşmesi, düzeltilmesi olmalıdır ki aynı hatalara tekrar düşülmesin.

En son hamle diye de tanimlayacagimiz uygulama hamlesi oldukça zor bir hamledir. Oraya kadar yapılan spekülasyonlar sadece teorik olarak kalmıştı. Uygulanmadiklari takdirde hiç bir sorumluluk getirmiyorlardi. Tasarlanmış bir şeyi uygulamakla sorumluluk da alınmış olunuyor. Sorumluluk almak büyük cesaret ister. Bu nedenle çoğu insan o kararı geciştirmek ister, yarın yapayım der. Yarın gelince de başka yarınların gelmesini ister.

Uygulama anı tasarladığı şeylerle yüzleşme anıdır. O o güne kadar sadece başkalarının tasarladığı şeylerle yüzleşmisti, o tasarilarin bi ise yaramadığını anladı. Şimdi icraate geçerek kendi öngörüsünun de aynı tepkilerle karşılaşacağını, diğer insanların da aynı tepkiyi verebileceğini fark ediyor. Bunu hatırladıkça, kendisinin de "aptal" konumuna düşmesini gördükçe cesareti kırılıyor ve uygulamayı erteliyor.

Uygulama anı erişkin olma anıdır. Ilk defa kendisi de sadece kendi fikri ile karşılaşmayacak, aynı zamanda fikrinin başkaları tarafından denetlenecegini de görecektir. O hayat sahnesinde ilk defa rol alacak, aldığı rolün de eleştirisine maruz kalacaktır. O an onun en zayıf noktasını gösterme anıdır. O belli bir süreliğine savunmasız kalıp yaralanma tehlikesi yasayacaktir, çünkü seyirciler çok acımasız eleştirmenler olabiliyor.

Ilk adımı attığı andan itibaren geri dönüşümlü olmayan bir yola girmiştir. Geri dönüşümlü değildir, çünkü onu aynı yolda yürümesini isteyecek seyirciler vardır. Onlardan ters tepki almamak için o atılan adım yolunda devam edecektir. Bu korku aşıldıktan sonra, yani yenilmenin de bir yaşam parçası olduğunu kabul ettikten sonra seyircilerden gelebilecek geri bildirimi pozitif olarak kendi gelişimi için de kullanabilecegini anlar. Ne kadar acımasız tepkiler gelse de, içinde belli doğruluk payı da taşırlar. Işte bu eleştiriler sayesinde kurguladığı o teorinin zayıf noktasını yakalayıp düzeltme şansı bulur. Uygulayan, kendi egosunu kırdıktan sonra, eleştirileri gelişme unsuru olarak gorebiliyorsa bir adım daha ileri gitme şansı bulabilecektir. Aksi halde o da isyan edenlere karşı isyan etmiş olacaktır.

Başka geri bildirim alma yolları da vardır. Sözlü ifade etmenin yanında yazmak da aynı pozitif getiriyi sağlar. Yazılan şeyler ortadadır. Uyguladiktan sonra neyin yanlış gittiğini ancak uygulamadan önce yazılmış metinden anlamak mümkündür. Yazılı metin o uygulamayı gerektiren faktörlerin envanteridir. Uygulamanın hatalı sonuç verdiğini ve bu faktörlerin neler olduğunu envanterde görmek mümkündür. Hatalar tespit edildikten sonra teori tekrar yeni şartlara uyarlanir ve tekrar uygulama yapılır ve böylece gelişme sağlamış olur.

Samstag, 15. März 2014

Bazen tarih tekerrürden ibarettir

Şartlar aynı olmasa bile aynı alışagelmis davranışlar tekrarlanıyor olduğu görülür. Birinci dünya savaşından sonra yeni bir devlet kuran Atatürk din adamlarının yetkisini sınırlamakla suçlanmışti. Oysa o zamanki din adamlarının ne yaptıkları söylenmezdi. Tarih bilgim yeterli olmadığı için sadece spekülasyon yapacağım. Bugünkü durumları gördükçe eski durumların da pek değişik olduğunu zannetmiyorum. Yanlız bu durumun incelenip açıklığa kavusturulmasinda fayda olduğu kanısındayım. Tarih bilgisi olanlara buradan çağrı yapıyorum. O zamanki durumu bugüne bakarak karsilastirin. Hangi benzerlikler vardı? O zaman da cemaatin gücü ne kadardı? Onların da yürürlükte olan devlete karşı örgütlenmeleri var miydi? Ancak bu sorular yanitlandiginda Atatürk'ün getirdiği bazı cemaatlare karşı olan sınırlamalar anlaşılabilir. Ancak o zaman Atatürk'ün din düşmanlığı ile suclanmasinin ne kadar doğru olduğu anlaşılabilir.

Şu anda paralel devletten söz ediliyor. Cemaatin gücünden bahsediliyor. Hiç kimse fark etmeden tüm devlet kurumlarının içine sızdıklarından bahsediliyor. Görünüşte politik bir güce sahip olmamalarina rağmen kurumların işleyişini kendi lehine cevirebildiklerini Ergenekon ve Balyoz davalarında çok net şekilde görmek mümkündü. O zamanlar için çok kesin gözü ile bakılan delillerin sahte olduğu teker teker ortaya çıktı, aksi halde içerde yatanları şu anda çıkarmak imkansız olacaktı.

Yöntem açısından bakıldığında gizli bir örgütün gücü eline geçirmek istediği ama bunu demokratik yollardan değil, din kardeşliği altında yaptığını görmek mümkündür. Müritlerinin söylediklerini uygulayan, yürürlükteki yasaları kendi lehine çevirmesini bilen, polis teşkilatı ile de uygulatmayi sağlayan devlet içinde bir devlet. Bu nedenle paralel devlet denmesi çok yerinde bir tabirdir. Atatürk zamanında da aynı cemaatin kurucusu aynı yöntemlerle devlet kurumlarını işlemez hale getirip tüm gücü eline geçirmek mi istedi sorusu insanın aklından geçmiyor değil. Eğer bu sav doğru ise Atatürk'ün gereksiz yere din düşmanlığı ile suçlanması yanlıştır. O da bugün olduğu gibi devleti haksız yere ele geçirmek isteyenlerden temizlemiş olamaz mi? Bilmiyorum ama paralellik var.

Cozum yolu bulmak uzerinr



Isyan etmenin hoşnutsuzluğun kaynağı olduğunu söylemek pek de yanlış olmaz. Zoraki durumlarda kendini baskıya karşı çaresiz kalmış görenlerin verdiği tepki olduğu aşikardır. Ne kadar isyan anlaşılır hale gelmiş olsa da verdiği tepkiden dolayı pek doyurucu olduğu söylenemez. Isyan çaresizliğin kaynağı olduğu için çocukça verilen bir tepkidir, o çözüm değildir. Isyan ne istemediğini bilir ama ne istediğini ifade edecek durumda değildir. Isyan eden hatta ne için isyan ettiğinin de farkında değildir. Onu harekete geçiren şey sadece bir histir. Birşeyin yanlış gittiği bilinir ama ona isim vermekte zorluk çekilir.

Çözüm üretmek için ne yapmalı? Çözüm nasıl üretilir? Asıl sorun da burada yatıyor. Içimizdeki detektor birşeylerin doğru gitmediğini gösterdi, sadece göstermekle kalmadı zaten karmaşık olan iç dünyamızı daha da karmaşık hale getirdi. Çözüm üretebilmek için ilk tepkiyi vermeden önce içimizden gelen o ani tepkinin gücünü hafifletmemiz gerekiyor. Onu lanetleyerek değil, ona başka süslü isim vererek de hiç  değil. Verilen tepkinin doğal olduğunu kabul etmek bir nevi isyan etme dürtüsünün enerjisini kısmen kesecektir. Bunun yanında o tepki karşısında kayıtsız kalıp seyirci rolüne girmek de ise yarayacaktır. Ancak sakinlestigimizde daha mantıklı çözüm bulma şansımız doğacaktır.

Ilk verdiğimiz tepki tüm dikkatimizi ya savunmaya yöneltir, ya da kaçmak için adrenalinin yükselmesini sağlayarak tüm enerjinin el, kol ve bacaklara kaymasını sağlar. Beyin yeterince enerji alamadığı için sağlıklı düşünemez. Sağlıklı düşünmek için vücudun sakinleşmesi gerekir. Ancak o zaman savunma ve kaçma tepkisinden hariç başka davranış şekillerini de sergilemek mümkündür. Korku olduğu müddetçe çözüm üretilemez.

Nabız atışımiz normallestikten sonra durum analizi yapmak gerekir. Ne olduğunu anlamak için hangi etkenlerin o olayı tetikleyebilecegini araştırmakta istekli olmamız ve durumun üstesinden geleceğimize dair kendimize güvenimizin olması gerekir. Etkenleri sıraladıktan sonra aralarındaki bağı görmeye çalışmak lazımdır. Bağı anlamak için bizden önce deneyimlenmis teorilere veya ideolojilere başvurulur. Aynı olay ideolojik açıdan bakıldığı zaman değişik şekiller alır. Mesela bir kapitalistin bakış açısı ile bir komunistin bakış açısı arası birlesmeyecek kadar uzaktır. Ideolojiye sabit kaldıkça bunlar arasında anlaşma sağlamak imkansızdır. Onlar çözüm aramak yerine ideolojilerini destekleyici örnek bulma peşinde koşarlar, kendilerini tastikleyici örnek ararlar. Gerçek anlamda çözüm aramak istemezler.

Her problemin yeni olduğundan yola çıkarak o eski ideolojileri kırmak gerekir. Einstein, o problemleri doğuran düşünce ile aynı problemler çözülemez, demişti. Eski düşünce şeklini kırıp yeni çözümler üretmek olaya çözümcul yaklasmaktir. Her çözümün yeni problemler getireceği ve her problemin de yeni çözümler doğuracağı dinamik bir dünyada yaşıyoruz. Bu nedenle yeni erişkinlerin getirdiği çözüm ile ebeveynlerinin getirdiği çözüm aynı olmayacaktır. Çocukları anne-babalarının öne sürdüğü çözümün getirdiği problemlerle meşgul olacaklardır.

Insandan ebedi çözüm beklenemez. O çorap söküğü gibi bir orayı yamalar, bir burayı. O ne tüm etkenlerin toplamını bilir, ne de getirdiği çözümün neye yol açacağını. Zamana ve mekana göre o elinden gelen en iyi şeyi yapacaktır. Kendisinin hata yapma payının olduğunu, herşeyi goremiyecegini, bu nedenle de diğer insanlarla görüş alışverişinde bulunması gerektiğini bilir. Görüş belirtirken kimin neyi getirdiği pek de önemli değildir, sürekli gerçek amacın ne olduğu gözden kaçırmamak gerekir. Aksi halde ortalik çözüm bulmak yerine egolarin verdiği savaş alanına verilecektir.

Donnerstag, 13. März 2014

Isyan etmek üzerine

Isyan eden duygusal tepki gösterir. O birşeylerin yanlış gittiğini sezer ama neyin yanlış gittiğini henüz anlamamistir. Çoğu şeylere göz yuma göz yuma içindeki tansiyon artmıştır. En küçük bir kıvılcım onu havaya ucurmaya yol açacaktır. Birikintisi tek birşey olmadığı için o dürtüleri adlandırmak zordur. O sadece bazı şeyleri istemediğini hissedecektir ve ona ani bir reaksiyon gösterecektir.

 Isyan etmek, eğer hastalıktan söz edecek olursak, bir sendromdur. Hastalığı gidermek için o hastalığın nasıl oluştuğunu anlayıp çözüm yolu onermek amaç olmalıdır. Bence isyan eden kendini çaresiz gördüğü için isyan eder. O kendini yaralı hayvan gibi dört duvarın arasına sıkıştırılmış görür. Duvar arasına sikismistir ve kaçacak tek bir delik bile yoktur. O avcının ateş acmasını beklemektedir. Ya duruma isyan ederek son bir hamle ile kurtuluş yolu ariyacaktir, ya da kaderine küsüp ölümünü bekleyecektir. Isyan edişi içindeki hayat kivilciminin son kipirtilaridir. O isyan ettikçe yaşıyordur.

Onu dört duvar arasına sıkıştıran etkenler nedir? Neden o zamana kadar huzur uğruna herşeyi içine atıp olayın büyümesine sebep oldu? Içine atmakla olay cozulmedi, sadece sorun ertelenmiş olmamis mıydı? Soruna açık seçik deginmeyi ogrenmismiydi? Yoksa huzur bozulur diye susmasi mi uygun görüldü? Anında çözüm aralayıp da aradan zaman geçtikten sonra tekrar aynı şartları kafasında canlandirabilecek miydi? Daha da önemlisi duygularını ifade etmesini öğrenmiş miydi?

Insan neden rahatsiz olduğunu anlamasını küçük yaştan itibaren öğrenmelidir. Deneyimleye deneyimleye kendi vücudu hakkında iyi fikre sahip olacaktır. Vücudu artık ona yabancı bir madde gibi gelmeyecektir. O kendisini ve vücudunu tanır hale gelecektir. Bunu sağlamak için anne-babaya büyük görev düşer. Çocuğa yasaklı tavır sergilemeden, hissettiği şeylerin hepsi doğal olduğunu anlatarak, hiç bir şekilde utanması gerekmediği güvenceyi sağlamalıdır. Öyle güvence ortamında vücudundan aldığı sinyalleri yorumlamayi öğrenecektir. Yasakci bir ortamda vücuduna yabancı kalacak ve aldığı sinyallerden dolayı kendini suçlu hissedecektir. Bu da kendi kendine yabancılaşmanın doruk noktasıdır.

Anne-babanın verdiği güvence ile ancak sağlıklı büyüme gerçekleşebilir. Aynı güvenceyi devletten de beklenir. Çok yasaklayici kurallar insanı kendi kendine yabancilastirir ve onun isyan etmesi artık anlık bir haldir. Bam telina basıldığı zaman o ötmeye başlar. Devlet vatandaşına kendini ifade etme şansı tanıyarak o tansiyonu indirmeye çalışabilir. Vatandaşın kendini kaale alındığı hissi verip ve isteklerinin gerçekleşebileceği kanısı, vatandaşı devletine daha da sıkı sahip çıkmasına yarayacaktır. Gücü elden kaybetmeyi korkanlar gücü elde tutmak için koruyucu önlemler alırlar. Işte bu koruyucu önlemler güçlerinin sona ermesini sağlar. Aşırı koruyucu önlemler devletin vatandaşına güvenmediği izlemini bırakır. Güvencenin olmadığı bir yerde de fazla gelişme olmaz.

Mittwoch, 12. März 2014

Politika üzerine

Hiç birseyden haberi olmayana fırsat verilirse o herşeyi bildiğini zanneder. Politikadan anlamayan politikacı olur, hastalıktan anlamayan doktor kesilir başımıza. Politikanın laf salataligi yapıldığı, her ağzına alınan şeyin politika olduğu zannedilir. Burada gaye genelde üste çıkmaktır, karşıdakini en kısa yoldan tuş etmektir. Buna artık açık gözlülük mi desek, yoksa üçkağıtçılik mı desek, bilmiyorum. Ama bildiğim tek şey var, bunun politika ile yakından uzaktan alakasinin olmadığıdır.

Politika belli bir amaca ulaşmak için cok taraflı çıkarların uzlaşmasını sağlamak için bir yöntemdir. Demokratik sistemlerde karşıt taraflar anlaşmak için müzakere ederler. Her tarafın kabul edebileceği durumda oybirliği sağlanır. Burada amaç illa ki kendi görüşünü karşı tarafa empoze etmek değildir. Tabii ki kendi çıkarı doğrultusunda hareket edecektir ama karsı tarafın rızası olmadan da bişey yapilamiyacagini bilir. Insan etkileme yöntemini iyi bilen burada avantajlı durumdadır. Olay sadece etkileme ile sınırlı kalmış olsaydı, bu fark edildiği zaman karşı taraf kandirildigi için öç alırdı. Bu yüzden gerçek amaç karşı tarafı ikna edip ulaşılmak istenilen hedefin benimsenmesini sağlamaktır. Işte o zaman işler zabote edilmeyecek ve daha iyi şekilde gerçekleşecektir.

 Despotik sistemlerde ikna etme yöntemi benimsenmez. Burada korku hakimdir, korkunun olduğu yerde de emir-itaat etme zinciri vardır. Yukardan aşağıya doğru emir verilir. Emir ne kadar saçma olsa da itaat etmekten başka çare görülmez, korkudan dolayı. Demokratik sistemlerde korkunun ecele faydası yoktur. Kendi fikrine ters düşen şeyler açıkça söylenir. Bu uygulama hızını biraz yavaslatir, ama diğer taraftan herhangi doğacak bir hasar en aza indirgenmiş olmakla kalmaz, herkes alınan kararın arkasında durur. "Biz aslında istemiyorduk" diyecek şansları yoktur. Onlar aldıkları karar arkasında sorumlulukta alırlar. Karar almak sorumluluk almaktir. Gönüllü kabul edenler bu nedenle aldıkları karardan sorumludurlar. Emre itaat edenlerde böyle birşey görülmez. Işlerin iyi gittiğinde kendilerini överler, gitmediği zamanda suçu emredene havale ederler.

Politika sorumluluk alma platformudur. Biz sadece politikacıların birşeyler söz verdiklerini ve genelde verilen sözün tutulmadigini algılıyoruz. Oysa uzlaşma ortak kararı getiriyor ve bunu da önceden kestirmek olanaksız olduğundan, verilen sözden hariç bir karar alındığında yalan söylendiği izlenimi doğuyor. Belki de politikacıların yalan söylediği imajı uzlaşma zorunluluğuna takılıyor.

"Politika yapıyorum" derken gerçekten bu sorumluluğu üstleniyor muyuz? Amaca ulaşma yöntemi geliştiriyor muyuz? Ikna etmek mi istiyoruz, yoksa emir-itaat etme yolumu mu seçiyoruz? Daha da önemlisi ne yapmak istediğimizi biliyor muyuz? Yoksa sadece birşeyler yapmak isteyenlerin mi peşinden koşuyoruz? Politika bunlara verilen cevaplarda yatar.

Dienstag, 11. März 2014

Kontrol etme durtusu


Tabiatin üstesinden geldigini zannedenler, simdi siranin insani düzeltmekte oldugunu zannediyorlar, yani bilimi hatim ettiklerini, siranin insan ahlakina geldigini zannedenler var. Oysa bilimden anlamayan insan tabiatindan ne kadar anlayabilir ki?

Hayatin anlami uzerine



Tüm insanlar için tek bir anlam olduğunu söylemek biraz abartılı olur, bu nedenle hayattan kendimin ne anladığını söylemek istiyorum. Hayat anlamı birşeyler dogurdugumuz zaman kazanıyor. Bu çocuk olabilir veya herhangi bir fikir de olabilir. Her iki durumda da belli evrelerden geçmek gerekiyor. Hem çocuğun, hem fe fikirlerin döllenme anı vardır. Çocuk yaparken döllenme fiziksel olarak algilanabiliyor. Belli işlemlerden sonra spermin yumurta ile birleşmesi yeni bir hayatın önünü açıyor. Ve sonrası bilinen ve gözle görülen olgulardir.

Herhangi bir fikrin döllenmesini gözle görmek mümkün degildir, ama fikrin evrelerini betimlemek o kadar da zor olmamali. Yeni fikrin döllenmesi ilk önce enformasyon toplamaktan gecer. Bu görevi genelde bilmeyerek veya bilerek anne-babalar veya okullar yapıyor. Fikrin kötü tarafi neye gebe olacagimizi önceden kestiremiyecegimizdir, bu nedenle onun icin yeni olan her bilgiyi toplamaya calisir. Burada bilgi sevdasindan baska bir hedef yoktur. Gerci bazi kimseler mesela doktor olmak icin okurlar ama onlar o amaca ulastiklari zaman okumayi da birakirlar. Geregi yerine getirilmistir, o zeki oldugunu göstermis ve toplumda yerini almistir. Bu tip okurlarda yeni bir fikre gebe olma ihtimali cok düsüktür. Amaclarina ulastiktan sonra onlar kendilerini biraki verirler.

Diger tarafta merak dolu olanlar toplumdan dislanirlar. Onlar normalde tembel olurlar, cogunluk gözünde bir isle ugrasmazlar. Cogunluk sonuc odakli baktigi icin onlarin ölcüm cetveli o seyin getirisidir. Onlar hizli sekilde sonuc almak isterler. Mesela cocugun dokuz ay sonra gelecegi bilinir. Ama fikir öyle degildir. Fikir ya gelir, ya da gelmez. Bazen kendini cok beklettigi zamanlar olur. Bütcesi kisitli olanlar icin pek de ic acici sey degildir. Kendi olanaklari ile bir fikre gebe olamayanlar icin üniversite denilen kümes yapilmistir. Devlet yardimi ile orada kendi ilgi alani üzerinde kuluckaya yatmaktir. Orada tek basina yatilmadigi icin gebe olma sansi daha yüksektir, cünkü ayni fikir veya o fikre benzer fikirler üzerine kuluskaya yatanlarla sohbet etme, yani mayalanma olasiligi daha yüksektir.

Yeni fikrin nasil ve ne zaman gelecegi bilinmedigi icin o sahis toplum karsisinda aldigi tutumdan dolayi yadirganir. Ona aptal derler. Yeni birseyler dogurmak icin bu toplum engelini de asmak gerekiyor. Toplumun o sahsi dislamasi da nimet sayilabilir, cünkü dislandigi icin gercek anlamda istedigi seyle daha fazla mesgul olma sansi buluyor. Bazi bilim adamlari birseyin ustasi olmak icin 10.000 saatten fazla o seyle ugrasmak gerektigini söylüyorlar.

Gerekli enformasyonlarla dolu o sahis fikri tutuslayici bir atesi bekliyor. Herhangi bir yerde, ummadigi bir anda kulagina gelen tek bir söz o zamana kadar doldurdugu fikir yigininin disari tasmasina sebep oluyor. Selaleler gibi fikirler dökülmeye basliyor. Iste o zamana kadar bir „ise“ yaramayan biri, o zamana kadar hor görülen o kisi birden bire söhret sahibi oluyor. Onu o zamana kadar yerin dibine sokmak isteyenler o sahistan birseylerin olacagini her zaman biliyorlardi. Simdi o sahsi tandigi icin o sahsin gölgesinde durmasi bile ona güneste durmaktan daha fazla haz veriyor. O yine eski tavrina devam ediyor: o hala dogurmanin ne kadar sancili oldugunu bilmiyor.

Insan kendi nesli ile sonsuzluga ulasamiyorsa, cünkü dogum ebedi yasama arzusunun baska bir yüzüdür, o zaman doguracagi fikir ile sonsuz yasamayi saglamalidir. Her dogum, dogurana haz verir. Ne mutlu birseyler doguranlara....

Samstag, 8. März 2014

Ne yapmali?



Insanlarin kafasi cok karisik, cok. O kadar karisik ki ne yapacaklarini bilemeyecek derecede karisik. Ülke su anda bölünmüs durumda. Denilecek ki bir ülke bölünmeden önce birmiydi? Tabii ki degildi, olmasi da gerekmiyordu zaten ama bu bölünmüslük baska bölünmüslük. Bu bölünmüslük bloglasma bölünmüslügü. Düsünceden aciz kalanlarin taraf tuttugu bir bölünmüslük. Ortada carpisan iki taraf var ve bu taraflar tüm ülkenin gündemini belirlemeyi basariyorlar. Bilmiyorum artik, millet düsünmekten mi aciz, yoksa kendi yerine düsünüldügü zaman haz mi aliyor, nedeni ne olursa olsun ülkede bir bölünmüslük var. Aslinda birbirleri ile carpisanlara söyle denmesi gerekiyordu: „Siz kendi basiniza carpisin, bizim baska isimiz var.“ Ama durum öyle degil. Olayi seyredenler sadece seyir etmekle kalmiyorlar, olaya müdahale etmeyince rahatlamiyorlar.

Ben bu durumu, sokakta kaza olduktan sonra milletin oraya üsüsmesine benzetiyorum. Insanlarimiz o kadar merakli ki kendilerini ilk yardim servisi zannedip olaya müdahale etmeye kalkismaktan alikoyamiyorlar. Kazanin cevresi o kadar insanla doluyor ki gercek yardim etmesi gereken insanlarin isini bile zor durumda birakiyorlar. Niyetleri iyi olmasina iyi ama sorun cözmek yerine sorunu sorun katiyorlar. Milleti kazadan uzak tutabilmek icin cevresine cember örülmesi gerekiyor. Ilk yardim personelinin yaninda orayi muhafaza edecek, görevlilere de ihtiyac oluyor. Neden insanlarimiz her gördügü seyin üzerine üsüsüyorlar? Yetkin olup olmadiklarini bilmeden neden hemen olaya müdahale etmeye calisiyorlar? Insanlarimiz neden kendilerini unuturcasina bu denli yardima kosuyorlar? Yardim etmesi kötü bisey degildir ama insan yardim edebilecek kapasitede olup olmadigini da bilmelidir. Hem orada o isin ehli olanlar varsa kendini bir adim geri cekip calisanlara kolaylik saglamasi gerekir.

Bu tedirginlin altinda „hizmet“ vermenin ne kadar önemli oldugu kanisinin hakim oldugu görüsü yattigini zannediyorum. Anlamsizlasmis hayatta birilerinin yardimimiza ihtiyac duymasi bizim de bir ise yaradigimizin bir kanitidir diye algiliyoruz. O güne kadar hic birsey yapmasak bile günün birinde yardim edebilecegimizi görmek, bizim de bir ise yaradigimizi fark etmek cok hos bir durum. Baska türlü anlamsiz bir hayat baskalarina hizmet götürüldügü zaman anlam kazaniyor. Birilerinin bize muhtaci olmasi kendimizi yüceltiyor. Yardim ettigimiz icin degil, kendi duygularimizi törpüledigimiz icin hayat anlam kazaniyor, gönlümüz oksaniyor.

Uzun zaman cocuk yetistirmis anneler bilinir. Cocuklari icin saclarini süpürge yaptiklarini söyleyen anneler vardir. Gercekten de dogrudur, onlar cocuklarinin her istegini gözlerinden okumuslardir. Cocuklarin hayatini kolaylastirmak icin herseyi yapmaya hazirdirlar. Onlarin hayatina anlam kazandiran sey bir ise yaradiklarin duygusudur, yani hizmet etmeleri hayatlarina anlam verir. Asil sorun cocuklari eriskin yasta evden ayrilmak istedikleri zaman meydana cikar. O kadinlar cocuklarin evi terk etmesine asla razi olmayacaktir, cünkü cocuklari evi terk ettigi zaman yine bir ise yaramadigini görüp hayati anlamsizlasacaktir. Binbir türlü oyunlarla cocugu eve baglamaya calisacaktir, yeter ki hayati tekrar anlam kazansin.

Memleket problemleri pesinde kosanlar da iste böyle anlam pesinde kosanlardan pek farkli degildir. Asil problemi kavradigini zannedenler, o zamana kadar anlamsiz hayatlarina anlam katmak icin ellerini kollarini sivazlayip yardim etmeye koyulmak isterler. Eline gecen firsattan hemen faydalanip onlar da „hizmet“ vererek anlamli bir hayat sürdürmek isterler. Hayatinda tek amaci birilerine yardim etmeyi beklemek olan bu vatandaslari hor görmemek lazim. Anlamli bir hayat onlar icin kendileri birileri tarafindan kullanilincadir. Onlar kullanilmak icin birilerini beklerler. Tek baslarina cocugunu evden salmayan anneler gibi ne yapacaklarini bilmeyenlerdir bunlar. Hayatin yükünü ancak kendilerini unutturan gönüllü hizmet vermek alir. Birileri bunlari peslerinden sürükleyip hizmet vermelerini talep ettiginde bunlarin hayatlari anlam kazaniyor. Gönüllü kullanilmak istedikleri icin kullanildigi söylense bile pek aldiris etmeyeceklerdir, cünkü kullanilmak hayatlarina anlam kazandiriyor. Anlamli bir hayat anlamsiz bir hayattan sürekli iyidir.

Freitag, 7. März 2014

Kim yaratti? Kim buldu?



Bu iki soru da inanç üzerine kuruludur. Iki görüşte birşeyin nedeninin tek bir faktöre bağlı olduğu kanısında. Iki görüşte bir şeyin kaynağı bulunduğu zaman, o şeyin anlaşılır olduğu kanısında. Iki görüşte olaya tepeden bakıyor, gözle görülen sonucun kaçınılmaz olduğunu iddia ediyor. Olaylara sondan bakıldığı zaman gerçekten herşeyin öyle olması zorunlu olduğu gözüküyor, o şey öyle olmalıydı, başka türlü olamazdı. Bu kanı sadece ve sadece olayı basitlestirerek oluyor. En belirgin, göze carpan etkenleri tek etken olarak kabul etmek diğer küçük, ilk hitapta gözle görülmeyen, ama cok daha önemli etkenleri yok saymakla olur. Birşeyin oluşumunda cok çeşitli etkenler rol oynar. Bu etkenleri teke indirgemek olayı basitlestirmektir.

Bir şeyi kimin yarattığını bulmak veya bir şeyi ilk olarak kimin bulduğunu bilmek belki bulmaca çözme işine yarayabilir ama o şeyi gerçekten de anladığımız anlamına gelmez, çünkü mekanizmanın kavranildiginda aynı yöntemle aynı sonuca gelinmesi gerekiyor. Biz problemi sadece bir iki faktöre indirgedigimiz için aynı sonuca ulasamiyacagiz. Aynı sonuca ulaşmak için etken faktörleri teker teker ayıklamak ve arasındaki ilişkiyi anlamak gerekiyor. Sadece pozitif etkenleri değil, aynı zamanda parametrelerin değiştirildiği zaman neye yol açacağını da bilmek gerekiyor. Negatif etkenlerin neye yol açacağını bilmek gerekiyor. Ancak kapsamlı bir incelemeden sonra bir insan beklenilen ile aynı sonuca ulaşabilir. O halde birşeyi kimin yarattığını bilmek, veya kimin bulduğunu bilmek hiç birşey ifade etmiyecektir. Bu olsa olsa birşeyi bildiğini zannedenin gururunu oksayacaktir. Bu sözde bilgiye sahip olmakla hayata anlam katılmış olunmuyor.

Montag, 3. März 2014

Tuketim uzerine



Tüketim üretmeden varlığı yok etmektir, çaba göstermeden bitirmektir. Amaç olmak değil sahip olmaktır. O olduğu şeyle yetinmez, o sahip olduğu şeyle gururlanir. Amacı sahip olmaktır ama asla büyümek değil. Büyümek kendi içinde buyumektir ve bunun evreleri vardır. Ilk önce mayalamak gerekir, mayalandiktan sonra uzun  kuluçka zamanı gelir. Bu zamanın ne kadar süreceği veya kabuğundan dışarı çıkabileceği bilinmez. Yumurta kabuğu kurulması için çaba gerekir. Civcivler yumurta kabuğunu kırmak için içten kagalarlar. Belli bir zamandan sonra yumurta kırılır ve civciv dışarı çıkar. Bu dogumdur. Her doğum sancılı geçer. Her doğum bir olmaktır. Tüketmek birçok evreleri atlar. Onda ne mayalama vardır, ne de kuluckaya yatma. O sadece yumurtanın kırık halini bilir ama o zamana gelişin yolunu asla bilmez. Oraya geliş onun için bir mucizedir. O sadece sonucu gördüğü için, onda çabayı.görmediği için, o sanır ki civcivin ortaya çıkması bir mucizedir. Nietzsche demişti galiba, bir ağacın büyümesini görmek zordur ama onun yikilmasi cok gürültü yaratır diye. Tüketen ışte fazla gürültü yapanı görür. Sessiz kendi başına geliseni göremez.

Eğer büyüme tüketim üzerine kurulmuş ise bu kısa vadeli olur. Tükettiğin şeyleri satın alamaz duruma geldiğin zaman artık borçlarını geri ödemek zorunda kalirsin ve odeneklerin kredi faizi seni pençesi içine alır. Gerçek büyüme eğitim seviyesini yükselterek olur. Ancak yüksek eğitim kendi içindeki büyümeyi uzun vadeli destekleyebilir. Öbür türlü siz sadece hizmet alırsınız ve hizmeti sunana sürekli bagimlisinizdir. Bireysel bagimsizlikta olduğu gibi, toplumsal bağımsızlığın özü de egitime, yani farkindaliga bağlıdır. Ne kadar bagimliliklar göz önüme gelirse, onlardan kurtulma yolu da o kadar kolay olur. Aksi takdirde tüketimi, yani gerçek bağımlılığı buyume zannedilir ki bu da kendini kandırmaktan başka bişey değildir.

Malı tüketmek gibi fikirleri de tüketmek mümkündür. Yukardaki açıklanan evreleri atlayıp en sondan baslanirsa yanlış bir gururlanma doğar. Işte bilinclenmenin en büyük düşmanlarından biridir bu, çünkü ulasamadigin şeyi ulaşmış gibi yaptırır sana. Yanlış şeylere biat edersin. Kibirlenir ve dünyayı keninin yarattığını zannedersin, oysa bunların hepsi kendi kendini kandırmaktan baska bişey değildir. Herşeyin kolayca elde edileceğini zannedersiniz, veya doğuştan beri seçkin bir yaratık olduğunu zannedersin. Özü irtibarı ile bu tutum tembelliğe davetiyedir, herşey kolay elde edilebileceğine dair bir sanridir. Gerçekten herşeyi kolay elde edebilirken onca zahmete, onca çabaya kim latlansin ki? Kolaydan herşeyi elde etme uckagitciligin da yolunu açıyor, çünkü tek değer sonuç odaklı ise, sonuca varmak için herşey mubahtir. Insan yeni birşey digurabilmesi için yenilgi de yaşaması gerekiyor, yaşamış olmasına rağmen kendine güvenip hatalarından biseyler öğrendikten sonra, ancak o zaman içindeki o büyüyen çocuğun değerini anlayacaktır. Birşey doğurmak mutluluğun doruk noktası değil midir? Işte hayata anlam katan da budur: kendi cabalarinla birseylere gebe olmak. Tüketen kişi tüm bu duygulardan mahrumdur, ne kadar biseyler elde etse de içi boştur. Onun için hayat anlamsızdır. Anlam kendi dogurmakla kazanilir.

Samstag, 1. März 2014

Sorun neden ibaret?



Kim ne olursa olsun, kim ne tutarsa tutsun, insan tuttugu seyi yüceltirse ve herkesin ona uymasini isterse, sorun burada basliyor. Sorun kimin dinci, kimin ateist oldugu sorunu degil. Sorun o insanlar kendi degerlerinin herkes tarafindan kabul görmesini istediklerinde yatiyor. En iyisini kendisinin bildigini zanneden ve kurallarin tek o verebilecegini zanneden bir zihniyet karsisindakini kaale almaktan mahrumdur, cünkü bu durum egoist düsüncesinin en doruk noktasidir. O kendi sinirlarini asamamis hala o dar benlik kafesi icinde yasamaktadir. Asil hayatin iletisimde oldugunu, karsisindakinin de kendisi gibi isteklerini oldugunu kavrayamamistir.

Hic düsündünüz mü neden turist olmak güzel sey? Turistler otantik seyler görmek isterler, yeni örf ve adet tanimak isterler ama her tandigi örf ve adeti de benimsemek istemezler. Cünkü kendilerinin de örf ve adetleri vardir. Bu nedenle hayatta turist olmayi kavrayabilirsek, kendi adetimizin oldugu gibi baskalarinin da adeti oldugunu kabul edersek, ancak o zaman bunlarin cesitlilik oldugunu kavrariz. Herkesi ayni oyuna dahil etmek istedigimiz zaman, o oyunu oynamak istemeyenler bu sefer oyun bozan olacaklardir.

Ideolojiler uzerine



Bu "-izmli" sistemlerin hepsi karmasa ile bas edebilmek icindir. Her zaman kendine göre bir "-izm" yaratmistir, yaratmak zorundadir da, cünkü her yeni kusak kendi zamanini gecmis zamandan yola cikarak yorumlamak zorundadir. Gecmis zaman bire bir uygulanamaz, cünkü zaman ve mekan degismitir. O halde eski zamandaki "-izmler" sadece yol belirleyici olabilir, hic bir zaman cözüm degil. Bu nedenle insanlar yasadikca "-izmler" üreteceklerdir, üretmek zorundadir da. Bu yasam kurali.

Ilk bati felsefesi yunan felsefesi ile basladi. Sonra orta cagda yeni yeni seyler eklendi, Descartes, Leibnis, Roussaeou, Kant, Hegel, Schopenhauer, Nietzsche,...gibi düsünürler o zamana kadar ki teoriler yetmedigi icin kendileri birseyler ekledirler. Bu nedenle birseyin üstüne bir tas eklemek icin o zamana kadar yapilan seyler bilinmesi gerekiyor. Daha da basit bir olgu Newton kavraminin Einstein tarafindan gelistirilmesi. Eskiyi bilmek veya diger "-izmleri" bilmek zayif noktalarini görmek icindir ve o noktalardan yola cikip yeni cözümler üretebilmek icindir. Dinlerde degismez seyler var ama dini yorumlayan insanlar degisiyor. Yoksa neden bu kadar ayri yorumlar olsun ki? Hepsi kendilerinin daha iyi yorumladigini söylüyor. Hem dinin de yorumlanmasi gerekiyor, cünkü durumlar ve sartlar degisiyor. Senin bahsettigin cümleler ayni kalsa bile sorunlar degisiyor. Yeni cözüm üretmek gerekiyor. Ayni cözüm her zaman gecerli olamaz.

Kim mi yaratti?



Tabiati kim yarattiysa yaratsin, yarattiktan sonra kendi basina biraktigina kesin gözüyle bakiyorum.

Tarih uzerine dusunceler



Tarihten bahsederken eskiyi ya overiz, ya da yereriz. Bu nedenle ki tarihteki olguları işimize göre cımbızla alırız. Oysa tarih ne ovulmek içindir, ve de yerilmek için. O bir baston görevi yapar. Eskiden karşı karşıya kalinan problemlere verilen yanittir tarih. Ondan öğrenebileceğiniz şey, hangi şartlarda hangi şekilde önerilen sonucun başarıya veya başarısızlığa ulaştığını görmektir. Eğer tarih bu anlamda ciddiye alınır, iyi bir envanter yapilir ise ondan öğreneceğimiz cok şey vardır. Gururlanmak için değil, hatta birilerini suçlamak için hiç değil, o sadece hataları düzeltmek için kullanılır. Aksi halde tarihin kölesi olunur. Tarih baz alındıktan sonra ailmak içindir.

Benim yolum:



Insan bazi seyleri geride birakmali, yoksa onlarin kölesi olur. Ben ciktigim yeri red etmiyorum, benim ciktigim yer kacinilmazdi. Ona ömür boyu sükran edip boynum bükük gezecek degilim. Beni yapan neden yaptigini biliyordu, bilmeseydi yapmazdi. Bunda ne benim sucum var, ne de beni yapanin. Bundan sonra is bana kalmis, hayatimdan biseyler yapmak benim elimde. Ya beni cikartanlarin yaptiklarini tekrarlarim, ya da yeni biseyler denerim. ben yeni biseyler denemeye calisiyorum. Bunda ne ögünecek bisey var, ne de suclu duruma düsecek bisey var. Bu benim yolum.