Freitag, 31. Oktober 2014

Saygı üzerine

Saygı kendini görmek kadar karşındakini görmekle de alakalıdır. Saygı herşeyden çok görmekle alakalıdır. Görmek göz ile görmek değildir, o gönül ile görmektir. Görmek kendi derdinden sıyrılmış olup karşıdakinin ihtiyaçlarını fark edip, onu kendi ihtiyacından daha üstün tutmaktır. Bu kendi ihtiyacının olmadığı anlamına gelmez. Bu sadece ve sadece ihtiyaç sıralamasında karşıdakinin ihtiyacını daha üstte tutmaktır.

Saygı, karşıdakini güzel sözlerle şişirmek değildir. Abi, amca, dayı, bey, hanımefendi, müdür, .. gibi sıfatları kullanmak hiç de değildir. Bu sıfatlar insan kulağına ne kadar hoş gelse de saygı diye tanımlanamaz, çünkü o sıfatlar söylenmesi gerektiği için, ondan beklendiği için söylenir, gerçekten içten geldiği için değil. O sözler toplumsal bir anlaşmanın parçasıdır, herhangi bir özelliği yoktur. Saygı duymak söylenen sıfatlarla kendini küçük konuma düşürmek değildir. Saygı birini küçültüp diğerini yüceltmek değildir. Saygı gerçek yaşamı herşeyin üzerine koyup hayata olan şükranı sunmaktır. Bu söz ile ifade edilemez, bu davranış ile ifade edilir.

Ortaklaşa paylaşılan bir ortamda sigara içmek saygısızlıktır, bu kendi ihtiyacını o ortamda bulunan diğer kişilerin ihtiyacından daha yüksek tutmaktır. Sigara içmeyen kendi vücuduna duyduğu saygı yüzünden sigara içmezken, bunu hiçe sayan karşısındakinin kişilik hakkına sigara içerek tecavüz eder. Saygı, karşısındakinin kişilik hakkına riayet etmektir.

Saygı duyulduğu için de doğru söz söylenir. Bazen olur ki karşınızdakini üzecek olsanız bile doğru söz söylenmesi gerekir. Karşıdakinin ne kadar kaldıramayacağı bilinse bile doğru söz söylenmelidir, eğer söylenmediği takdirde karşıdakinin daha büyük hasara gidebileceği söz konusu ise doğru söz söylenmelidir. Eğer karşınızdaki pek umurumuzda değil ise, saygı göstermeniz de beklenemez. Onun zarar edip etmediği pek umurumuzda olmaz, onu felaketten korumakta aklınızın ucundan geçmez. Kendi hayatınız tatlı olduğu kadar karşı tarafın da tatlı bir hayatı hak ettiğini varsayarak bazen acı sözün de söylenmesi gerekir.

Saygı sadece insanlara duyulan duygu değildir, aynı duygunun tüm canlılara genişlemesi, daha da önemlisi tüm evrene genişlemesi ile hem yaşayanlara hem de çevresine saygı duyulur. Bu gerçek anlamda içten geldiği zaman ve davranışa yansıdığı zaman kendini gösterir saygının süslü kelimelere hiç ihtiyacı yoktur. Saygı kendine nasıl davranılmasını istiyorsan karşındakine de öyle davranmaktır.

Qui vole un œuf vole un bœuf

"Yumurtayı çalan, öküzü de çalar" bir fransız atasözüdür. New York'ta büyük başlı suçu önlemek için çok ilginç bir yönteme başvururlar. New Yorkta, evlerin veran olmuş mahellelerde hem vandalizmin hem de suç oranının daha fazla olduğu görülmüştür. Araştırmalar göstermiştir ki, bir yere çöp atıldığı zaman oranın kısa zamanda çöp yığını haline geldiğini, evler veran kaldığı zaman çok kısa zamanda camların da aşağı indirildiği görülmüştür. Küçük derecede çöp veya vandalizm ile bir yerin "mayalanması" kısa zaman içinde o yerin "açmasına" neden oluyormuş. Bu nedenle New York polisi en küçük ihmali bile cezalandırmaya gitmiş ve sonraları görülmüş ki, hem o mahallelerde vandalizm azalmış, hem de büyük "başlı" suçlar.

Neden böyle olduğu nasıl açıklanabilir? Neden böyle küçük bir şeyin bu kadar büyük etkisi oluyor? Durum aslına bakılırsa oldukça basit. Polislerin ikazları belli bir farkindalık yaratıyor. Daha öncesinde fark etmeyip de normal hayatlarında alışkanlık haline gelmiş olan davranışların bir anda farkına varıp yavaş yavaş değiştirmeye başlanması ile herşey değişiyor. Mesela yol kenarına atılmış bir kağıt parçasının yanından geçerken, tesadüfen elinde de bir çöp parçası olan birinin yapacağı ilk hamle, düşünmeden elindeki çöp parçasını da oraya atmak olacaktır. Çünkü o anda küçük bir çöp parçasından ne olacak, cadde zaten çöplük diye düşünecektir. Diğer insanlar da aynı şekilde düşüneceğini için, atılan birer birer çöp parçası orayı çöp yığını haline getirecektir. Bir yerde çöpün olması oraya daha fazla çöpün atılmasına sebeb olur. Bu durumda yapılabilecek en önemli hamle ilk çöp atılımını önlemek olacaktır. Temiz bir yere çöp biraz zor atılır.

Çöp atılımının hoş görülmediği bir yerdeki farkındalık diğer yerde olduğu farkındalıktan  daha değişiktir. Bu durumda çöp atıldığı zaman insan kendini suçlu hissedecektir ve dolayısı ile çöp atmakla pek hoşnut kalmayacaktır veya kendi kendisi ile belki de çelişkiye düşecektir. İşte bu farkındalık başka bir alışkanlığa neden olur.

Farkındalığın küçük boyuta indirgenmiş bir millette büyük "çöplerin" de oluşmayacağı, en azından "çöp" atmak düşünüldüğü zaman kişide ikilem yaratacağı görülecektir. Bu yöntem rüşvet için de geçerli olabilir. Rüşvetin en küçük biriminin farkına varıldığı zaman, bu büyük rüşvetlerin de önünü kesecektir. "Yılanın başı küçükken ezilir" veya "yumurtayı çalmayan öküzü de götürmez" atasözleri daha uygun hale gelecektir.

Dienstag, 28. Oktober 2014

Onurlu yaşamak

Hiç çöp karıştıran insan gördünüz mü? Hiç karnını doyurmak için para toplayan dilenci gördünüz mü? Tüm bağlar koptuktan sonra hayatta kalmak için başka insanın rızasından bağımlı olmak pek istenerek yapılacak bir durum olmaması gerekir. Bir insanın bağımlı olduğunu göstermesi kadar küçük düşürücü birşey yoktur. Normal yaşantıda bile insan  en küçük şeyi başkasından sıkıla sıkıla istediğini varsayarsak, bir hayatı sürdürmek için başkasına muhtaç olunduğunda ne kadar aşağılayıcı bir duruma düşündüğü daha iyi anlaşılır. Aşağılandığını bile bile yine de dilencilik yapıyor ise benliğinden arınmış olmalı. O, onu kısıtlayan sınırları aşmış olmalı.

Ne kadar doğrudur bilmiyorum ama belki de budist rahipler kendi egosunu yenmesi için yiyecek toplamaya şehre gönderilirlermiş. Başkasından bağımlı olduğunu bildiği halde hayatını başkasının avucunun içine koymak özgürlük göstergesinin en doruk noktasıdır. Bağımlı olduğun için değil, kendi egonu yendiğin için özgürleşirsin. Sokakta, yanından geçen her göze tahammül ederek çöp toplayan biri kendi kibirini yenmiş biridir. O içinde bulunduğu toplumun en aşağılayıcı "mesleğini" yapıyor ve toplumdan dışlanıyor olmasına rağmen yine de hırsızlık yapmak yerine dileniyor ise, o en onurlu şeyi yapıyor demektir. O hayatını onuru ile sürdürüyor demektir.

İhtiyacı olduğunu bildiği halde izinsiz başkasından birşey almıyor veya başkasının kullanmadığı şeyleri topluyor ise hayatını en onurlu şekilde devam ettirmek istediğinin göstergesidir de bu. O diğer hırsızlar gibi isyan edip toplumun ona vermediği şeyleri zorbalıkla da alabilirdi. Onun hayatta kalmasının sağlanması, içinde yaşadığı toplumun görevi olduğunu öne sürerek zorbalıkla ihtiyacı olan şeyi alabilirdi de. Hayır, onurlu kişi olarak hayatta kalmayı istiyor o, yine de ihtiyacı olan şeyi başkasının rızası olmadan da almayı düşünmüyor. O onursuz yaşamak yerine onurlu ölmeyi seçtiği için çoğu insandan daha fazla onurlu bir hayat sürdürür.

Sonntag, 26. Oktober 2014

Tutarlı olmak

"Sözünde, özünde bir olmak" tutarlılıkla alakalıdır. Sözü ile davranışı bir olduğunda o kendisi ile uyumludur, o istikrarlıdır. Hayatta belli bir yol alabilmek için istikrarlılık çok önemlidir, sadece kendisi için değil, çevresi için de güvenilir ve örnek alınır bir şahıs olacağı için.

Tutarlı olmayanların tavrı yetiştirdiği çocuğa da yansır. Sözünde durmayan biri yetiştirdiği çocuk için de pek güvenilir biri olamaz. Büyürken o çocuğun ilk örnek alacağı kişiler ona en yakın olanı olacağı için tutarsız ebeveynlerin çocukta bıraktığı izlenim de tutarsız olacaktır. O kendine örnek olan ebeveynlerin hayatını kopye edecek, onlar gibi davranmaya çalışacaktır. Tutarsız davrananların arasında büyüyen tutarsız olacaktır. O tutarsız olmayı normal hayatmış gibi algılayacak, bu nedenle de kendi kendisi ile sürekli çatışacaktır, ama bu çatışmanın nedenini anlamayacak, o nedenle de çözüm sunamayacaktır.

En tutarsız ve en sık gözlemlenen davranışlardan biri çocuğa okumasını tembih etmektir. Kitap yüzü hiç görmeyen birinin, boş zamanlarını sürekli ya televizyon izlemekle veya kahvede oyun oynamakla geçirirken, verdiği öğüt ne kadar tutarlı olur? Çocuk gerçeği anlamayacak mı? Asıl amacın kitap okumaktan çok başka şey olduğunu anlamayacak mı?  Eğer gerçek amaç kitap okumak olsaydı ilk önce öğüt verenin kendisi okumaz mıydı? Okumadığına göre verilen örgütlerin beş para etmediği anlaşılacaktır. Ebeveyn belki de kendi özlemini çocuğunda gerçekleştirmek istiyor, bu yüzden tek övünme kaynağı çocuğu olarak bakıyor olabilir. Ne kadar hayalini gerçekleştirememiş olsa da, başarılı bir çocuğu yetiştirmenin vereceği tat bir o kadar da tatlı  olacaktır. Başkasının bakışını zevkle kendi üzerinde hissedecektir. Ebeveynin komutu çocuğu baştan sağnak için de olabilir. Belki televizyon izlerken rahatsız edildiği için çocuğu baştan sağnak isteyebilir.

Gerçek anlamda çocuğun okumasını istemiş olsaydı komut vermesine gerek kalmazdı, çünkü kendisi de zevkle okuyacağı için çocuğa okumak için güzel bir ortam hazırlamış olurdu. En azından okuduğu kitaplar üzerine bahseder, duyduğu güncel olayları hep beraber irdelerdi. Açık görüşün aile kültürü haline gelmiş bir ortamda çocuğun da gördüğünü taklit etmekten başka yapacak birşeyi kalmazdı.  O da merak etmenin ve okumanın yararını deneyimleyerek kavrayacaktı. Öyle olmadığı için de çocuğa öğüt vermenin bir anlamı olmaz. O yapılması gerekeni kendi isteği ile zaten yapardı.

Ortamın uygun olmadığı durumlarda, fikir üretmenin anlam taşımadığı ortamlarda oku komutu bir anlam taşımaz. Fikir yürütmenin anlam taşıdığını o çocuğa değer vererek, ona cesaret vererek gösterilir. Özgüveni gelişen, özgün fikir yürütme cesareti geliştiren birine öğüt vermenin pek anlamı olmaz. O zaten içinden geldiği gibi tartacak ve öyle davranacaktır. O tutarlı olmasını yaşayarak öğrenecektir. Aksi halde kendi fikrini söyleyemeyen sadece kendinden bekleneni söyleyen ve olmadığı gibi görünmeye çalışan biri olacaktır. O tutarsız olmayı, hem başkasını kandırmayı hem de kendini kandırmayı adet edinecektir. Tutarsız bir ortamda tutarlı davranmayı istemek yine tutarsızlıktır. Başkasından tutarlı olmasını istemek için isteyenin tutarlı olması gerekir.

Samstag, 25. Oktober 2014

Fizyoloji ile düşünce arasındaki bağlantı üzerine

İngiltere'de köpekler ile sahipleri arasında yapılan bir araştırmaya göre köpekler belli bir zamandan sonra sahiplerine benzemeye başlıyorlarmış. Hem suratı sahibine benziyormuş, hem de yakalandıkları hastalıkları. Hastalıklar iletişim sayesinde gerçekleşiyor olmalı. Çok yakın bir ilişkide sahibi ile köpeği arasındaki etkileşim hastalığa da yansıyor olmalı, vücudun aynı şekilde işlemesini betimliyor olmalı. Bir nevi senkronizasyon olarak da düşünülebilir.

Diğer taraftan aynı surat yapısına sahip olmaları ya sahiplerin bilmeyerek kendisine benzeyen köpekleri seçiyor olmasından kaynaklanır, ya da karşılıklı etkileşim fizyolojik değişime yol açar. Ne demişler: üzüm üzüme baka baka kararırmış. Tabii ki bunu şu anda kesin bilmek mümkün değildir. İlerdeki yapılacak araştırmalar bunun doğruluğunu gösterecektir. Ama yine de insan bu konuda fikir yürütebilir.

Hayvan ile insan arasındaki iletişimin vücuttaki etkisinden yola çıkacak olursak, aynı etkileşimin fizyolojik açıdan da değişikliğe neden olduğunu varsaymak pek mantığa aykırı olmadığını anlarız. Bu durumda iletişimin de fizyolojiyi yönlendirdiğini göreceğiz. O halde sahibi bilmeyerek hem kendi sürat ifadesine yakın hayvan seçiyor olabilir, hem de zaman geçtikçe birbirine daha da fazla benziyor olabilir. 

Aslında bahsedilmek istenilen konu hayvan insan ilişkisi değil, çok önemli bir konu insanlar arası ilişkinin ne kadar fizyolojik değişikliğe neden olmasıdır. İdeoloji ne kadar insanın yüz ifadesini değiştirdiği açıklanması gereken önemli bir konudur. Muhafazakar diye de bilinen, inançlı bir kesimin yüz ifadelerinin birbirine benzemesi yukardaki örnekte olduğu gibi çok şaşırtıcıdır. İnançlı oldukları için mi aynı surat ifadesine sahipler, yoksa aynı surat ifadesine sahip oldukları için mi inançlılar?

Herhalde bu soruyu kesin açıklamak o kadar da kolay olmayacaktır. Ne kadar kolay olmasa da şöyle bir varsayımından bulunmak pek de mantığa aykırı gelmeyecektir: İdeoloji kendine uygun sürat ifadesini seçiyor. İdeoloji burada doğal seçilim görevini de üstlenebilir. İdeoloji aynı sürat ifadesine sahip olan insanları biraraya getiriyor olabilir ve dolayısı ile onlarda büyük etki yaratabilir. Erkeklerin badem bıyıklı olması düşüncelerini dışarı vurma ifadesi olarak düşünüldüğünde, onlarla beraber olmak isteyenlerin de "modaya" ayak uydurdurup badem bıyıklı olacağını çağrıştırır. Bu kendi kuyruğunu kovalayan köpeğe benzer. O halde ideoloji kendi yüz ifadesini "üretiyor".

Dienstag, 21. Oktober 2014

Anlamak, ayrıntılı hatırlamak ve kategorize etmek üzerine

Bazı insanları gözlemlediğimizde geçmiş olayları ne kadar ayrıntılı hatırlayıp anlatabildiklerine şaşırmamak elden gelmiyor. Ne yaptıklarını, nerede oturduklarını, hangi cümleleri kullandıklarını, hangi elbiseyi giydiklerini ve buna benzer çoğu şeyleri hatırladıklarını gözlemleriz. Bunca ayrıntıyı hafızasında tutmak demek geçmiş olayı gerçekten anlamış, kavramış mı anlamına gelir? Bir televizyonu veya bir bilgisayarı ele alalım, onlar da yüklenmiş enformasyonları ayrıntılı şekilde sunmalarına rağmen ne yaptıklarının farkındalar mı? Anlamak demek herşeyi olduğu gibi nakletmek mi? Yoksa anlamanın arkasında başka şeyler de mi var?

Anlamak herşeyi ayrıntısı ile hatırlamaktan daha öte birşey. İnsan doğduğundan sonra dünyayı veya çevresindeki gelişen olguları kategorize eder. Zaten dil öğrenmek demek o zamana kadar içinde bulunduğu kültürün kategorize etmiş şablonlarını içselleştirmek demektir. Biz ilk önce bizden önce gelen şemaları doğru kullanmasını öğreniyoruz, o şemaları öyle algılamayı öğreniyoruz. Öğrendigimiz şemalar otomatikleştikten sonra o şemaların çok tabii olduğunu zannediyoruz, hatta o şemaların farkına bile varmıyoruz. Belki de dünyayı tek öğrendiğimiz gibi sınıflandırmak gerektiği fikrindeyiz. İyi dil kullanmak çok büyük şema yelpazesine sahip olmak demektir. Yepyeni şema ile karşılaşınca o şemayı daha önceki öğrendiklerimizle uyumlu hale getirmeye çalışıyor ve o resmin yaşamını sürdürmesine uğraşıyoruz. O resim ile özdeşleşen biri için o resmin yıkımı alabileceği en büyük darbelerden bir tanesidir.
Anlamak dışta gerçekleşen yeni olguyu o zamana kadar ki edinilmiş şemaya yerleştirmek demektir. Bir şeyi anlamak demek, noksan bir taşı mozaike yerleştirip resmi tamamlamak demektir. Bütün mozaik taşlarından oluşan resim mozaik taşlarının tümünden daha değişiktir. Ayrıntılı anlatmak her mozaik taşının rengini, pozisyonunu, formunu, vs. birer birer anlatmak demektir. O taşların beraber olduğunda nasıl bir resim oluşacağı konusunda bir fikri olmaz. O oluşan resim taşların üstünde, ötesinde, yani meta bir resimdir. Taşları kavramakla tüm resmi kavramak aynı değildir. Anlam taşların üstünde bir metadır. 

Samstag, 18. Oktober 2014

Saklı öfke

İnsan neden hiç beklenmedik anda başka bir insanı linç etmek ister ki? Bir sapık erkek caddede geçen bayanları taciz ettiğini, bundan rahatsız olan bayanın yardım beklediğini ve çevrede bunu fark edenler rahatsız edenin üzerine gittiğini varsayalım. Durumu fark edip de ve müdahale etmek isteyenlerin gerçek amaçları nedir? Gerçekten yardım etmek istemiş olsaydılar taciz edeni linç etmek isterler miydi? Yoksa bayanların yardımına koştuktan sonra bahsi geçen şahsı uyarır ve bayanın yoluna rahat devam etmesini sağlamaz mıydı? Daha da ilginç olan durum şu ki o olaya müdahale etmek biraz zaman alır, hiç kimse yanlız cesaret edemez. Çevredekilerin içinden birinin öne atılmasını, ilk hamlenin gelmesini beklerler. Ilk öne atılandan cesaret alan diğer çevre sakinleri topluluğun verdiği güç ile o sapığın üzerine giderler, hem de öyle giderler ki onları durdurmak bir hayli güçleşir. Herkes öfkesini dışa vurmakta sanki yarış eder duruma gelmiştir. Yaydan çıkmış ok artık bir daha durdurulamaz. Çevredekiler linç etmek için adeta birbiri ile  yarışırlar. O zamana kadar normal bir hayat sürdüren insanlar birdenbire vahşileşir, tanınmaz duruma gelirler.

Bu öfkenin aniden çıkış nedeni nedir? Neden insanlar sürü başının etkisi ile böyle vahşileşir, böyle kendinden geçerler? Sürü başının yaptığı bir hamle, söylediği tek bir cümle bardağı taşıran son damla neden olur? İnsanlar neden kendilerini unutup normal anlarda yapmayacaklarını yapar, hatta o çapkını öldürecek duruma gelirler? İşte bu soruları cevaplamak kolay olmayacaktır. Tek bir nedeninin de olduğundan şüphe duymak gerekir. Yine de insanlarda saklı öfkenin var olduğu, şartlar elverdiğinde hemen ortaya çıktığını gözlemlemek mümkündür. Nedenini çözemesek de hangi sinyallerin koru ateşlediğini incelemek mümkündür.

Sürü içinde gizleneni ve eriyeni o sinyallerin daha kolay tetikleyeceği aşikardır. Özgüveni az olan biri sürünün belli bir yere gitmesi halinde onu takip edeceği ve sürü baskısına yenik düşeceğine kesin gözü ile bakılabilir. Sürü başının öne atılması ile diğerlerinin de düşünmeden peşinden geleceği görülür.

Diğer tarafta hayata dar pencereden bakan veya hayatın anlamını ezberlemiş birinin şablonları onu sürü peşinden gitmesini kolaylaştıracaktır. O hayata o kadar uzaktan kuşbakışı ile bakacak ki ona herşey aynı gözükecek. O ayrım yapamaz duruma gelecek, gördüğü şeyleri de sürekli aynı pencereden değerlendirecektir. Ona göre ya namuslu vardır, ya da namussuz ve namussuzların alacağı ceza da zaten bellidir. Kurallara uymayanların yaşama hakkı da olmaz, çünkü onlar bildikleri halde kuralları çiğnedikleri için kötü insanlardır, kötü insanların yeri de bellidir. Kötü insanlar için bu dünyayı cehenneme dönüştürmekte hiç bir sakınca görülmez. Onlar cezalarını hak etmişlerdir.

Herkesin, canilerin bile yaşama hakkı olduğunu anlamak için ayrım yapmanın, dünyaya daha da yakından bakmanın faydası olabilir. Her görülen şeyin görüldüğü gibi olmadığını, belki de görülen şey ile gerçekleşen sey arasında yüzseksen derece fark olduğunu ancak olaya daha dikkatli bakıldığında anlaşılır. O da tutmadı diyelim, sapıkların da yaşama hakkının olduğunu, çünkü ortam elverdiğinde herkesin sapık durumuna düşebileceğini bilmek gerekir. Herkesin içinde bir sapık vardır. Hz. İsa bile hiç günahı olmayanin ilk taşı atmasını istemiştir. Aradaki fark sadece bazı insanlar o duyguları daha az, bazıları ise daha fazla engelleyebilir olmasıdır ama sonuç irtibatı ile herkeste bulunan bir duygudur o. Zannedildiği gibi cezalandıran iyi, cezayı yiyenin kötü olduğunu zannetmek kendi içindeki duyguları da ret etmek demektir. Bu denli duygusunda ikilem yaşamak pek sağlıklı olmaz. Biz bir bütünüz. İçimizde ikisini de barındırırız.  

Şikayet etmeyi bırakın

Şikayet etmek için çok neden vardır, insan başı ağrıyınca başının ağrımasını,  hasta olunca hastalığını, hükümet politikası hoşuna gitmediği zaman politikayı şikayet eder durur. Başının ağrımasını şikayet eden gerçek ağrıya neden olan sebebi bilmediği için hiç bir şey değiştiremez, yakınmaktan hariç. Baş ağrısının çoklu nedeni olabilir, ama yine de farkındalı olan biri ağrıya neden olan olguları bulacak ve bir daha olmaması için tedbirler alacaktır. En azından baş ağrısını yenmek için çeşitli yöntemler deneyecek ve sınama ve yanılma yöntemi ile sorunu çözecektir, çözemese bile uğraşısı onu bir adım daha ileri götürecektir.

Fatalist biri zaten herşeyin ilahi güçten geldiği gerekçesi ile herşeyi oluruna bırakacak ve sağlığına dikkat etmeyecektir. Spor yapmadığı için beli ağrıyacak, sindirebildiğinden fazla enerji depoladığı için de  şişmanlayacaktır. Kalp krizi riski artmış, şeker hastalığına belki de yakalanmış, orası burası ağrıyan biri durumuna düştüğü için de halinden şikayet eder olacaktır. Rahatsızlığının hareketsizlik olduğunu fark etmiş olsaydı şikayet etmesine de bir neden kalmazdı.

Politikacıların hiç bir işe yaramadığı, gereksiz yere para kazandıkları fikri yaygındır. Durum tespiti doğru olmasına rağmen şikayet etmenin bir anlamı var mı? Onları oraya getiren kim ki şikayet ediliyor? Oraya gelenler seçim ile gelmediler mi? Çoğunluğun seçimi ile oraya gelmelerine rağmen oldukları gibi davranışlarından neden şikayet edilir ki? Politikacının rüşvet yediğini öne sürerek haklı çıkmak için kendi yediği ve verdiği rüşveti görmemezlikten gelmek ne kadar tutarlı bir davranış olur? Doktorda sıra beklememek için dostunu aracı sokan, kendisinin de rüşvet verdiğini görmemezlikten gelen biri, başkası aynı şeyi yaptığında neden şikayet eder? Görülüyor ki rüşvetin göze batmaması onun genel kültürel bir parçaya dönüştüğü anlamına gelir. Çoğunluğun böyle davrandığı bir ortamda, çoğunluğun kabul gördüğü bir davranıştan dolayı neden başkası suçlanır?

Kendi yaptığı şeyi görmeyip de başkasının suçunun üstüne gitmek sadece günah keçisi aramaya yarar. Diyelim ki suçlu suç üstünde yakalandı ve cezalandırıldı, sorun çözülecek mi? Hiç zannetmiyorum. Suçlunun cezalandırılması o kişiyi sadece kısa süreliğine iyi hissettirecektir,  ama sorunun kaynağı çözülmediği için aynı davranışlar devam edecektir.

Sorun nasıl çözülür? Sorun, rahatsız eden olguların incelenmesinden sonra çözüm önerilir. Eğer alışılagelmiş davranışlar sorun yaratıyor ise alternatif davranış şekli denenir ve uygulanır. Belki önerilen yeni davranış şekli de beklenilen iyi sonuç getirmeyecektir ama yine de nasıl olmayacağı konusunda bir adım ilerlemiş olunur. İşte böyle özveri ile elde edilen sonuçlar değerlidir, hayatı değerlendirir. Şikayet eden pasif kaldığı için çözümü sürekli başkalarından bekler, çözüm önüne sunulsa bile onun gerçek çözüm olduğunu fark etmez. Ancak kendi yerine başkası işi halledip önüne sunduğu zaman keyfi yerine gelir. Bu servisi yerine getirenin ne kadar akıllı olduğunu över. Aslında o överek kendini över, çünkü akıllıyı desteklemekle ne kadar öngörülü olduğuna işaret etmek ister.

Ona buna bakmadan insan ilk önce kendini düzeltmelidir. Bulunduğu toplumdan aykırı davransa bile, gülünç duruma düşse bile, dışlanmış olsa bile doğru bildiği şeyi uygulayıp kendi düşüncesi ile tutarlı olmalıdır. Başkasını suçlarken aynı suçladığı şeyleri kendi yapması durumunda o tutarsız davranmış olur. Tutarlı davranmanın iyi olduğunu ondan görenler çoğaldıkça tüm toplum o özlenen alternatif yöntemi benimsemiş olacaktır.

Donnerstag, 16. Oktober 2014

Güvence üzerine

Ahlaki değerler filtre görevini görür. Çok küçük yaştan beri sorgulamadan edinilen bu değerler her zaman patlamaya hazır yanar dağ gibi ortaya çıkma zamanını bekler. Çoğu zaman bu değerlerin varlığından bile haberdar değiliz ama zamanı geldiği zaman kendini gösterecektir o.  Hiç ummadık bir anda, hiç beklenmedik bir anda o kendini gösterecektir. 

Belli sınırlar, katı değerler içerisinde yetişen bir genç karşıt cinsteki biri ile ilk defa beraber olduğu zaman o küçük yaşta edindiği değer yargılar ortaya çıkacak ve ilişkisini belirleyecektir. Karşıt cins üzerine o kültürde ne kadar streotip var ise karşı taraf öyle değerlendirilecektir. Bu kategorilerden en belirgin olanı namus ve beraberinde gelen güvencedir. Bu filtreler doğrultusunda karşı tarafı olduğu gibi görmeyecek, onu namus üzerinden değerlendirip, güvenilir olup olmadığına göre yargıya varacaktır. Sadece bununla kalmayıp çevresinde ne gibi bir intibar yarattığı da ilişkinin derinleşmesini etkileyecektir.

Genç bir erkeğin düşündüğü en başta gelen konu, içinde bulunduğu kültürün de etkisi ile namus konusudur. Erkeğin namusu kadının bacakları arasında görülür. Böyle değer yargıları içselleştirmiş biri için karşıt cinse yaklaşmak isteyen biri onun namuslu olduğuna dair güvenmesi gerekiyor. Karşı tarafın her kelimesi, her davranışı belki de o güne kadar fark etmeyip de içselleştirdiği, yukarda sayılan değerlerle süzülüp bicilecektir. Potansiyel partner aniden ortaya çıkan o değerler ölçüsünde gözetlenecektir, belki de o güne kadar varlığının bile farkında olmadığı o değerler yeşermekte olan ilişkinin gidiş hattını belirleyecektir. Değerlere uymayan en küçük hareket tepki yaratacak, acı çektirecektir. O en küçük sinyallere artık hassaslaşmıştır.

Kendisini görmediği için de herşeyin karşı taraftan kaynaklandığını, kendisinin ise doğru olduğunu, çünkü o olması gereken gibi davrandığını zannedecektir. O zamana kadar sorgulamadan edindiği o değerlerin doğru, dolayısı ile o değerlere uymayan davranışların ise yanlış olduğunu varsayacak, beraber olmak istediği partneri gözetim altında tutacak ve dikkatini o değer yargılara odaklayacaktır. Ne kadar odaklanırsa o kadar da görmek istediği şeylerin tastiklenmiş, yargısının yerinde olduğunu kanıtlanmış olduğunu  görecektir. O bir defa daha insanların güvensiz olduğunu, kolaylıkla aynı deneyimi bir daha yapmayacağını anlamıştır. O başkasına güvenmemek ile kendi güvencesini de yavaş yavaş kaybedecektir.

İnsanı bu denli derinden etkileyici değerlerin çocuğa aşılanmasında biraz daha dikkatli olunması gerekir. Aksi takdirde ilerlemiş yaşlarda bu değerlerin farkına varılması bir hayli zor olacaktır, daha da zoru o değerleri değiştirmek olacaktır. Bir defa sınırlanmış değerleri yıkmak oldukça çok enerji isteyecektir. Güvence, sabitleşmiş değerler yerine ancak deneyimden türediği takdirde gelişebilir. Deneyime bağlı değerler insanı spekülasyon yapmaya, yaptığı spekülasyonu da sınamaya teşvik eder. Tespitlerin ne kadar doğru olduğunu gören kendine daha da fazla güvenecek, güvendikçe de spekülasyon yapmayı öğrenecektir. Bu anlamda bilim adamı tavrı ile hayatını şekillendirecektir.

Sınama ve yanılma yöntemi ile karşı tarafı biraz daha yakından tanıma şansı bulacak, önyargısız bu buluşma gerçekleşecektir. İlişki iki kişi arasında gelişecek, arasında onları ayıracak herhangi bir perde olmayacaktır. Onlar yavaş yavaş tanışacak, doğruyu eğriyi kendileri belirleyecektir. Onlar onlardan beklenen herhangi bir resme uymak yerine kendi imkanlarını ve sınırlarını kendileri keşfedeceklerdir. Ancak o zaman karşı tarafı insan olarak ve saygı duyulması gereken bir varlık olarak görecektir. Saygı göstermediği zaman, içselleştirdiği resim hala hayat sürdürdüğü zaman, o olması gerekeni görecektir, olanı değil.

Samstag, 11. Oktober 2014

Yabancılaşma üzerine

Yabancılaşma üzerine ne kadar çok fikir yürütülmüş olsa da yine de ben kendi anlayışımı paylaşmak istiyorum. Bu nedenle fikrimin klasik teorileriyle örtüşüp görüşmediğine pek aldırış etmeyeceğim.

Yabancılaşma iki türlü gerçekleşebilir. Birincisi, insan kendi kendine yabancılaşabilir, ikincisi ise içinde yaşadığı topluma yabancılaşabilir. Kendi kendine yabancılaşmanın ana nedenlerinden bir tanesi bireyin kendi vücudu ile olan biten şeylerin farkında olmayışından kaynaklanabilir. Vücudundan aldığı sinyalleri yanlış yorumladığı zaman yanlış teşhis koyacak ve dolayısı ile rahatsızlığı daha da artacaktır. Örneğin günlerce stres altında çalışan biri başının ağrımasını kader olarak görüyorsa o vücudundan aldığı sinyali yanlış yorumluyor olacaktır. Stres vücudunun dışardan gelen sinyaller ile baş edemediğine dair bir sinyaldir. Stres üstlendiği yükün altından kalkamadığı için vücudun verdiği tepkidir. O ya kaldirabileceğinden fazla yük almıştır, ya da iyi iş yaptığı için tüm işleri ona yüklenmesinden dolayı dinlenmeye zaman bulamamıştır.

Kendi kendine zaman ayıramayan kendi isteğine, ihtiyacına yabancı kalacaktır. Bu nedenle gerçek ihtiyacı olan şeye karşı sanki kendinin değil de bir yabancının ihtiyacı varmış gibi bir tavır sergileyecektir. Kendi vücudundan gelen sinyallere dikkat etmeyen ve o sinyallerin kaynağının ne olduğunu bilmeyen biri yanlış değerlendirecektir. O aklına gelen ilk fikri irdelemeden doğru zannedecek ve yanlış teşhis koyacaktır. Yanlış teşhis koymaya alışan biri aynı alışkanlığını sürdürecek ve dolayısı ile kendine ve vücuduna yabancılaşacaktır. O kendi kendini tanıyamaz, kendinden gelen sinyalleri de yanlış değerlendirir hale gelecektir.

Yabancılaşma farkındalığın yanlış nesneye odaklanmasından kaynaklanır. Çevremizde dikkat çekici çok olay vardır. Bunlardan bir tanesi hiç şüphesiz televizyondur. Televizyon ihtiyacımız olmayan ama yine de bize sunni ihtiyaç aşılayan aletlerin en belirgin olanıdır. O güvenilir insanları kullanarak başarının, sağlığın (ve diğer özelliklerin) formülünün o insanı taklit etmekte olduğunu vaat eder. Çok insanın aynı şeyi kullandığı izlemini vermek bizde yanlış güvence yaratır. Normalde ihtiyacımız olmayan şeyi elde etmek için tüm enerjimizi ona verdiğimizde de kendi kendimize yabancılaşırız. Kendi hayatımızı değil, başkasının hayatını yaşar duruma geliriz, zombiye dönüşürüz.

Freitag, 10. Oktober 2014

Motivasyon üzerine

Bir işyerinde çalışırken en büyük sorunlardan biri işçileri motive etmektir. Bir yönetici olarak işçiler nasıl motive edilir ve en iyi verim nasıl sağlanabilir? Bu konuda expert olmayarak düşüncelerimi söyleyeceğim.

En belirgin iki yönetim şekli olduğu kanısındayım. Birincisi hiyerarşik, herşeyin üstten alta doğru iletildiği, ikincisi ise katılımcı bir yapısı olan ve gelişmeye fırsat tanıyan bir yönetim şekli.

İlk yönetim şeklinde "büyük resmi" sadece yöntemi elinde tutan bilir. O neyin nasıl yapılacağına karar verir. Her işçi neyin ne zaman yapılması gerektiğini öğrenmek için yöneticinin ağzından çıkacak lafa bakar. Bu yönetim şeklinde yönetilenler kendilerini alet olarak kullanıldığını zanneder. Yapılacak şeyden kendini sorumlu hissetmez, o sadece verilen emri yerine getirir. Birşeyin yanlış gitmesi durumunda kendisi inisyatif göstermez, o yapacağını yapmıştır, sorumlu olan yöneticidir. Gerektiğinde yöneticinin ocağına incir ağacı  dikmek için sesini bile çıkartmayacaktır. O gerekeni yaptığını düşünür. Bu yönetim şeklinde motivasyon emrin yerine getirilmediği zaman işi yitirme korkusudur. İşi kaybetmemek adına yapılması gerekeni gerektiği kadar yapılacaktır, bundan başka bişey yapılmaz.

Diğer tarafta katılımcı bir yönetim şekli vardır. Bu yönetim şeklinde her çalışan her işin her evresinde payı vardır. İşçi yönetilen değildir, işçi o işin bir parçasıdır. İşin her aşamasında katkısı vardır. Bu nedenle de işi sahiplenir. Yönetici, yönetici rolünde değildir, o işi sadece koordine eder. İşin her evresinde iş arkadaşlarına pozitif feedback verir. İşin olumlu gitmesi halinde arkadaşları över, kötü gitmesi anında da nasıl daha iyi yapılması gerektiğini ve hatanın nerede olduğunu beraber irdeler. Amaç suçlu bulmak değildir, amaç hatayı bulmak ve bir daha aynı hatayı yapmamaktır. Arkadaşlar kendilerinin ciddiye alındığını ve yaptıkları işin de ciddi olduğunu anlamalılar. Hata üzerinde pek fazla durulmamalıdır. İyi yaptıkları şeyleri överek onlar daha iyi motive olacaktır. Sürekli kötü yaptıklarını söylemek onları kücümsemekle  aynı dereceye gelir ki bu da arkadaşlarda direnç oluşturacak ve yönetici bu dirence karşı sürekli savaşmak zorunda kalacaktır. Oysa değer verildiklerini anladıkları zaman işi daha iyi yapacaklardır. Değer verildiğini hissettikleri sürece motive olmak daha kolay olacaktır.

Yukardan aşağı emir vermenin yanında işi bilmeyen birinin de yönetici olması yanındaki çalışanları demotive edecektir, çünkü çalışanlar yöneticinin o pozisyonunu hak etmediğini düşünecektir. Diğer taraftan iş taksimi anında sürekli karar değiştirmek de yöneticinin güvenilirlik irtibarını sarsacaktır. O halde iyi planlayıp kararların sürekli değişmemesine dikkat etmek gerekir. Ne yaptığını bilmeyen izlenimi veren biri motive edici olamaz.

Donnerstag, 9. Oktober 2014

Kendi kendine dürüst olmak

Dr. Suzanne Kobasa'ya göre strese karşı en iyi yöntem kendi kendine dürüst olmaktır. Dr. Aaron Antonovsky çok güç durumda olan insanların yine de nasıl hasta olmadığını incelemiş ve bazı insanların darbe görmesine rağmen tekrar dengeye gelebildiğini gözlemlemiş ve bazı düşünce tarzının ve ruh halinin insanı hasta etmeye daha elverişli olduğunu saptamıştır. Ona göre umutsuzluk, düşmanca davranışlar, duyguyu yeteri şekilde ifade edememe, yeni şeylere karşı duyulan korku ve yalnızlık başı çeken rollerdir.

Sıhhatli olmayı destekleyen davranış sekilleri şöyle sıralanır: optimist olmak, zor durumları bırakma özelliğine sahip olup, geleceğine dair umutlu olmak, sorunların devamlı alternatif yolunun olduğuna inanmak ve kendi kendine gülebilme yetisi. Bundan hariç sıhhati destekleyici psikolojik faktörler şöyle: herşeyin birbiri ile bağlantılı ve anlamlı olduğunu anlamak, hayatı aktif düzenleme isteği. 

Kısacası atın dizginlerini eline alan daha sıhhatli bir hayat yaşayabiliyor. Dizgini eline almak için de insan kendi kendini iyi tanıması ve iyi tanıması için de kendi kendine dürüst olması gerekir. Ancak kendi kendini iyi tanıyan kendini değiştirme olanağına sahip olacaktır.

Mutluluk veya kim kimi yönlendiriyor?

Mutluluk çok değişik şeyler olabilir ama mutluluğun en doruk noktası insan kendi kendisinin efendisi olduğu zaman duyduğu andır. Yapabilmenin verdiği cesaret ve güvencedir, mutluluk. Zor, mücadeli bir yarışın ardından kazanılan zaferdir mutluluk. Bu mücadele başkası ile kıyaslanamaz, bu mücadele sadece kendi yetisinin geliştiğini gören birinin duyduğu mutluluğun mücadelesidir. Bu nedenle çok tatlıdır. Başka hiç birşeyle mukayese edilemez. Bu alışveriş merkezlerinde yapılan alışverişin verdiği kısa vadeli mutluluğa benzemez. Bu insanı derinden ilgilendiren bir duygunun verdiği mutluluktur. Bu kendi gelişmesinin farkına varan birinin duyduğu mutluluktur.

Atın yularını elinde tutan, hayatı dizginleyen birinin duyduğu özgüvencedir, mutluluk.  Dizginleri elinden kaybeden biri rüzgarın yönüne göre yelkenini açan birine benzer. Hayatı kontrol etmek, atı kontrol etmeye benzer. Dizginleri elinden bırakan biri için hayat avucunun içinden kayıyordur. O etkin olmak yerine edilgen biri haline gelmiştir.

Etkin olan birinin birşeyler yapma motivasyonu yüksektir. O değişim içerisindedir ve değişim içerisinde yüzmeyi ister, boğulmayı değil. Karşılaştığı her problemi problem olarak algılamaz o, onu üstesinden gelinecek küçük bir engel olarak kavrar. Üstesinden gelebileceği güce de sahip olduğunu bilir, o güvence kendinde vardır.

Mutlu olan biri yanlız olmadığını, diğer canlı ve cansızlarla bağımlı olduğunu bilir. Bu nedenle sosyal bir varlıktır o. Bağımlı olduğunu bilmesine rağmen kendisinin de birey olduğunu, kendi ihtiyacının olduğunu unutmaz. O bağlı olmasına rağmen hürdür. O değiştirmeyeceği olgulara boyun etmesini, değiştirebileceği şeyleri de sabırla değiştirmeye çalışmasını bilir. O büyük bir farkindalık içinde yaşar. Farkındadır, çünkü tüm felaketin otomatikman edindiği yanlış davranışlarda olduğunu bilir. Ancak farkında olarak sorunların köküne inip kapsamlı değişim sağlanabilir. Mutlu olan bu değişimin gerçekleşebileceğine umutludur, o optimisttir. Bu değişimin de kendi elinde olduğuna inanır.

Küçük çalkantılar her zaman olabileceğini, yanlız o onlarin üstesinden gelebileceğini ve eski dengeye tekrar kavuşacağını bilir. Herşey denge meselesidir. Dengeye geri dönme süresi ile yeni sisteme adapte olma ölçülür. Bu süre ne kadar uzun olursa o kadar da uyumsuz ve katı bir sisteme ait olunduğu anlaşılır. Sistem kendi dengesini bozan şeyleri en kısa zamanda kendi sistemine entegre edebilme kabiliyetine sahip olmalıdır. Sistem böyle büyür ve genişler, kendisini diğerlerinden soyutlayarak ise sürekli kendi çizdiği dar sınırlar içerisinde kalır. Mutluluk büyümektir de.

Mittwoch, 8. Oktober 2014

Sürdürebilirlik ve israf üzerine

İnsan sayısı arttıkça mevcut olan kaynaklarda daralma gözükür. Bu kaynaklara olan rağbetin artması rekabetin de kızışmasını artıracaktır. Ham maddelere olan talebin artması ile geçim kaynaklarının da pahalanması ve dolayısı ile hayatın zorlaşması söz konusu olacaktır. Azalan ham maddeye talebin artması şiddeti de beraberinde getirecektir. En temel gereksinimi karşılamak için hayatta kalmak adına insan savaş verecektir. İnsanların birbirine daha yabancılaştığı, birbirine daha da düşmanca davrandığı evreye girme zamanının göstergesidir bunlar.

İnsan sayısının çoğaldığı bir dünyada yukardaki problemleri önlemek ne kadar zorlaşacak ise de yine de her birey elinden geldiğini yapmakla yükümlüdür. Elimizden neyin geldiği sorulduğunda, nüfus kısıtlanmasına gidilmesi gerektiğinin şart olduğu anlaşılır. Nüfus kısıtlaması ile en azından kaynağa olan rağbeti yavaşlatmış olunur, tam önleneceği konusunda kuşkulu olmakta fayda vardır.

Diğer taraftan büyümenin tek gelişmişlik göstergesi olduğu düşüncesinden uzaklaşıp gerçek  amacın insana iyi bir yaşam sağlatmak olduğunu kavramak olacaktır. Gelişmişlik derecesi bundan böyle iyi bir yaşamın nasıl olduğu ile ölçülmelidir. Bunun kriterleri araştırılıp geliştirilmelidir.

Büyümeye dayanmayan gelişmişlik sisteminde yeni alternatif kriterlerin içersinde sürdürebilirlik ilkesinin de yer alması gerekir. Sürdürebilirlik ilkesi ham maddenin en iyi şekilde kullanılması ve tabiata en az şekilde zarar verilmesi ile ilgilidir. Kullanılan malzemenin uzun ömürlü olması, modası geçtiği zaman atılmaması sürdürebilirlik ilkesinin benimsendiğini gösterir. Hızlı tüketim tüketilen malın daha hızlı devir daim yapacağı anlamına gelir ki bu da çöp artışının büyümesine neden olur. Çöp artışını önlemek için de sürdürebilirlik ilkesine dayanması gerekir.

İyi bir hayat hayatın sadeleşmesi ile olur. Hayat ne kadar hızlanırsa, hayata hükmedenlerde başkası olur. Dikkat dağıldıkca dikkati kontrol eden değişken hayat, hayatı kontrol eder ve o kişiyi pençesi içine alır. İyi ve mutlu bir hayat yaşamak için hayatın hızını azaltıp, olduğu kadar basitleştirilmiş olması gerekir. Çağın hızına ayak uydurmak ile hızın hükmü altına girerek, tüm özgürlüğü elden devretmek hayatın amacı olamaz. İyi bir hayat için, israftan korunmak adına hayatı sürdürebilirlik ilkesine dayandırmak gerekir, ancak o zaman hayatın gerçek efendisi olunur.

Montag, 6. Oktober 2014

Düğüm üzerine

Düşüncenin belli bir konu etrafında odaklanması düşünceyi o konuya bağlar, ondan başka birşey düşündürmez hale getirir. Bütün dikkat o konu etrafında döner. Düşünce o konuya kilitlenir, düğüm haline dönüşür. Bu durum öyle bir hal alır ki insan kendini o düşünce ile özdeşmiş halde bulur. O kişi o düşünceden başka birşey değildir artık.

Aynı durum hasta olunduğu zaman da pek değişik değildir. Hastalığına odaklanmış kişi hastalıktan başka birşey göremez duruma gelir, kendini o hastalık zanneder. Tüm dikkati hastalığa vermiş, başka birşey göremez duruma gelmiştir, o kendini o hastalık zanneder.

Dikkatin belli bir şeye odaklanması orada düğümün oluşmasına ve enerji akımının kısıtlanmasına neden olur. Düğüm zihinsel ve fiziksel rahatsızlığın oluşmasında ana nedenlerden bir tanesidir. Amaç o düğümü tekrar akar duruma getirmek, zihne ve vücuda eski esnekliğini kazandırmaktır.

Düğüm belli bir olguyu diğerlerinden soyutlayarak ona haddinden fazla değer vermekle oluşur. O halde düğüm çözmekle çoğu problemlerin çözüleceği de görülecektir. Düğüm, düğüme yol açan sebeblere hak ettiği değeri vermekle çözülür. Kimin ne kadar hangi değeri hak ettiğini anlamak için herşeyin birbirinden bağımlı olduğunu ve herşeyin var olma hakkının eşit düzeyde olduğunu kavramak gerekir. Herşeyin var olabilme hakkının aynı düzeyde olduğu bir ortamda ayrım olamaz, hiç birşey diğerinden önemli de olamaz.

Önemi yitiren düşünce o kişinin tüm dikkatini odaklayamaz duruma gelir. O kişi kendisinin o düşünceden daha fazla olduğunu ve o düşüncenin diğer düşünceler arasında sadece bir tanesi olduğunu anlar. O, o düşünce değildir artık. Kişi o düşüncesinin hepsinden kurtulmuş hale gelir. Aynı durum hastalıklı durumlarda da geçerlidir. Hastalıktan daha fazla olduğunu anlayan kişi hastalığa başka bir gözle, daha mesafeli bakacaktır. Hastalık onu pençesi içine alamayacaktır.  Düğüm çözüldüğünde problemlerin tümü çözülmüş olur.

Sonntag, 5. Oktober 2014

Ahlak ile sistem uyuşması üzerine

İyilik yapmak, ihtiyacı olana yardım etmek ve başkasının acısını paylaşmak insancıl bir duygudur. Bu gibi duyguları taşımayan birinin sağlıklı olup olmadığından kuşku duymak gerekir. Diğer taraftan iyilik yapmak sürekli iyi sonuçlara mı götürür? sorusu irdelenmelidir. Hem iyilik yapılana hem de bulunduğu sistem açısından bu yapılan iyiliğin ne kadar iyilik olduğu incelenmelidir.

Çocuğuna iyilik yapmak isteyen bir anne babanın iyilik yapmak adında çocuğunun her ihtiyacını gidermesi çocuğa pek de iyi gelmeyecektir. Her ihtiyacı görülen çocuk ilk önce deneyimden mahrum kalır, o ne el becerisi geliştirmeyi, ne de sabretmeyi öğrenir, dolayısı ile kendi potansiyelinin sınırını keşfedemez. Sürekli kendi işini görecek insanlardan bağımlı kalır ve özgüvenini yeterli derecede geliştiremez. Daha da önemlisi hiç bir yaptığı işten zevk alamaz, çünkü o bir işi yaparken verilen emeğin sonucunu tatmayı öğrenmemiştir, o başarının sırrının kendi deneyimlerini ilerlemekte olduğunu hiç bir zaman keşfedemeyecektir. Kendi kendini keşfedemeyen hayata anlam da veremeyecektir. Tahminen böyle yetişmiş kişilerin fiziksel bağımlı yapan maddelere bağımlı olmaları çok yüksek olacaktır. 

Başka bir örnek ise arkadaşınızın arkadaşına yardım etmeniz isteniyor. Arkadaşınızın hatırı olduğu için bu isteği ret etmek çok zor olacaktır. Biliyorsunuz ki istek yerine gelmediği zaman arkadaşınızla aranız bozulacaktır. Arkadaşlığı tehlikeye atmamak için beklenti yerine getirilir. Siz arkadaşınızın arkadaşına iyilik yapmış olursunuz. Arkadaşınız da size olan güveninin yerli yerinde olduğunu tastikletmiş olur, sizinle arkadaşlık yapmakta ne iyi bir seçim yaptığını, gerektiği zaman size de aynı şekilde yardım edeceğini davranışları ile belli eder.

Böyle geleneksel davranışları sergileyen, iş yapma yönteminin hatır üzerine kurulu toplumlarda iş yapmak servis anlayışı üzerine kurulu değildir. O toplumlarda pul kolleksiyonu yapanların pul toplaması gibi, onlar iyi mevkide bulunan şahıslarla iyi ilişki kurma yarışına girerler. Sen Sen değilsindir, seni sen yapan ilişkilerindir. Bu nedenle özel isimler kullanmak yerine onlar kendilerini ilişkileri ile betimlerler. "Ben Ahmet'im" veya "Ben Mehmet'im" diyeceği yerine "Ben şunun oğluyum" denir. Bu tür toplumlarda iyi ilişkisi olanlara öncelik tanınır, onların avantajı vardır.

Servise dayalı toplumlarda ise sistem herkesin eşit hakka sahip olduğu düşüncesine dayanır. İnsan iyi bir ilişkiye sahip olduğu için işinin görülmesini beklememesi gerektiğini, sadece insan olduğu için belli haklara sahip olduğunu anlamada yatar service kültürü. İyi ilişkiye sahip olunmadığı zaman dezavantajlı olmak hakkaniyete karşı gelir. Sistem düşüncesi hakkaniyete dayalı servis düşüncesinde yatar.

Bütünü gözden kaçırmamak

Tartışırken argümanların birbirine uyumlu olması gerekir. Kurgulayan argümanların uyumlu, dinleyen ise bu bağlantıyı anlamaya çalışması gerekir. Bu nedenle konuşmacıya çok büyük görev düşer. Konuşmacı kurguladığı senaryonun sadece birbirine uyumlu olmasına dikkat etmekle kalmaz, o aynı zamanda kurguladığı senaryonun karşı tarafta ne gibi etki yapabileceğini de iyi tahmin etmek zorundadır. İyi bir düşünce kötü kurgulandığı zaman hiç bir ise yaramaz. O halde, o dinleyici tüm dikkatini kendine odaklamamalıdır.

Konuşmacı kadar dinleyicinin de görevi çok büyüktür. Dinleyici konuşana kendini verip kendi derdinden sıyrılıp, sadece konuşanla bir olmak zorundadır. O konuşmacı ile empati kurup onun hayatına dalmaya hazır bulunmalıdır. Hazır olduktan sonra sunulan argümanların anlaşılır olup olmadığı, içinde tutarlı olup olmadığı irdelenir. Başta sunulan argüman ile diğerlerinin arasındaki uyum tartılır, argümanlar arasında uyum olmadığı takdirde konunun açıklağa kavuşması için konuyu ilerletici sorular sorulur. Sorulara rağmen sunulan argümantta noksan birşeyler kalmış ise noksan şeyler ilave edilir. Bu tarz tartışmada amaç hem konuşmacının hem de dinleyicinin birşeyler öğrenmeye açık olması gerekir. 

Yeni argümanlara açık olmayan biri, sunulan argümanın içinden kendi görüşünü destekleyici şeyleri cımbızla seçecek ve karşı savunmaya geçecektir. Diğer, tartışmayı önleyen sorun ise baştan konuşulanları unutup, her yeni söylenen argümanı birbirinden bağımsız, sanki yepyeni argümanmış gibi algılamaktır. Bu durumda bütünü göremeyip yan sahnelerde çarpışma sürdürülür.

Samstag, 4. Oktober 2014

Kendi isteklerini söyleyememe dili

Kendi isteklerini ifade etmeyi öğrenmemiş birinin konuşma dili kendini ifade etmeyi bilenin dilinden daha değişik olur. Kendi isteklerini ifade etmeyi öğrenmemiş biri istekli olduğu için kendini suçlu hissedecek ve dolayısı ile tüm isteklerini gizler duruma gelecektir. O aslında istiyordur ama istemiyor görünmek zorundadır ki suçluluk duygusunu yenebilsin. O mesela oğlunu seviyordur, oğlu dışarda yaşadığı için çok özlemiştir, yanında olmasını ister, ama bunu direk ifade etmeyi öğrenmememiştir. Oğlu tatillerde sürekli başka yere gittiği zaman sitem eder, onun kafasını başkasının çeldiğini düşünür. Kafasını karıştıran biri olmamış olsaydı oğlunun kendini düşüneceğini, herşeyi gözünden okuyacağına yüzde yüz emindi. Şimdi bir suçlu bulduğu için o rahatlamış oldu. Oğlunun aklını çelen kendisini istemediğini, onun için kendini görmek istemediğini, dolayısı ile oğlunu başka yere sürüklediğini zannedecek, oğlunu elinden aldığı için ona düşmanca tutum sergileyecektir. Bu tutumdan hoşlanmayan çeltik hoş bulmadığı durumdan kaçacak, oğlunun ailesini daha az ziyaret edecektir. Oğlunun ailesi de oğlunu az gördüğü için kendi düşüncesinin desteklenmiş olduğunu zannedecek ve önceki sergilediği tavrı daha da sertleştirecektir. İşte çıkmaz kısır döngü içersine girilmiş olundu. Oysa önceden oğlunu görmek istediğini söylemiş olsaydı durum daha farklı gelişebilirdi.

Hem kendi isteğinin olduğunu hem de oğlunun kendi isteğinin olabileceğini fark eden biri başka bir tavır sergiler. En azından istemenin suçlu olmakla alakalı olmadığını, hem kendinin hem de başkasının isteği olabileceğini, hiç kimsenin başkasının gözünden ne düşündüğünü okuyamayacağını, dolayısı ile isteklerin açıkça söylenmesinde hiç bir sakınca olmadığını görecektir. Bu tür rahatlığa sahip olan biri de rahat tavır sergileyecek, çevresindekilere kendi olma şansı tanıyacaktır. İnsan kendi olabildiği yerde rahat eder ve dolayısı ile o ortamı arar. Suçlamak sadece kısa sürede rahatlık getirir ama uzun vaadede bir ilişki için zehir olur. Bu nedenle suçlamak yerine kendi tavrının incelenmesi, karşıdakine ne gibi sınırlar getirdiğine dikkat edilmesi, gerekirse tavır değiştirmenin en sağlıklı ilişki olacağı anlaşılacaktır. Aktif dil kullanılmadığı durumda gerçek istekler gizli kalacak, sünni yaratılmış suçlama ve savunma aşaması içinde gözden kaybolacaktır. Don Kişot gibi değirmenli yelkenleri düşman zannedip onlara karşı savaşacaktır.

Donnerstag, 2. Oktober 2014

Birşey bilmenin imkansız oluşu

"Ben biliyorum" ile dünya sabitlenmiş, en son nokta konulmuş oluyor. Oysa herşey akıyor, hiç birşey olduğu gibi yerinde durmuyor. Bu düşünceler Heraklit tarafından ilk defa ortaya atılmış, termodinamiğin ikinci yasası tarafından da tastiklenmiştir. Termodinamiğin ikinci yasasına göre herşey ısı ölümüne doğru ilerler. O halde sabit birşey yoktur. Düzen sürekli düzensizliğe doğru ilerler. İnsan masanın üstünü ne kadar düzenlese bile masa eski dağınık halini çok çabuk şekilde alacaktır.

Herşeyin akıcı olduğu bir dünyada kendi fikirlerimizin sabit kalacağını zannetmek aldatmacadan başka bişey olamaz. Ne kadar fikrimizin sabit kaldığını zannetsek de zaman içerisinde hiç farkına varmadan evrimleştiğini göreceğiz. Nörobilimciler bile hatırlamanın pasif olmadığını, yani kayıt edilen şeylerin kayıt edildiği gibi hatırlanmadığını, hatırlarken bile değişim meydana geldiğini değişik deneylerle göstermişlerdir. O halde bildik zannettiğimiz şeylerin nasıl aynı kaldığını zannederiz ki?

Hiç birşeyi bilmemek herşeyin doğru olacağı anlamına da gelmez. Doğrudan bahsederken, biz "kesin" doğrudan bahsediyoruz. Biz birşeyin yanlış olduğunu anlarız ama o şeyin kesin doğru olduğunu anlayamayız. Anlayamayışımızın nedenlerinden bir tanesi tüm bilgilere sahip olmadığımız ve sistem içinde bulunmamızdan kaynaklanır. Sistem içinde sistemin tümü hakkında fikre sahip olamayız, bu nedenle elde ettiğimiz bilgiler parça bilgi olacaktır.

Bilginin kısıtlı olması herşeyin yanlış olacağı, hiçbir seyin doğru olamayacağı anlamına da gelmez. Sezgi ile olsun, mantık ile olsun, çoğu bilgileri yanlışlamak mümkündür. Bazı matematikciler buldukları yeni formülün doğru olup olmadığını kanıtlamadan önce bile onun doğru olduğunu hissedebildiklerini söylerler. Formüllerin belli bir güzelliğe sahip olduğunu daha önceden anladıklarını söylerler. Tezlerin test edilebilir olması da başka bilgi ayıklama yöntemidir.

Eleştirel bilincin geliştirilmesi batıl inançlara ve yersiz varsayımlara karşı en iyi silahtır. İnsan ilk duyduğu şeye inanıyor ve onu hiç sorgusuz sualsiz doğru olarak kabul ediyor ise, o her söylenene inanan çocuk bilincinden ileri gitmemiştir. Soru sorma yetisini geliştirmek ve iyi soruları sorabilmek kendi ufkunu aşabilmekle alakalıdır. Bu doğrultuda deneyim çoğaldıkça insan doğruyu eğriden daha kolay ayırt eder hale gelecektir.

Yukarda betimlenmek istenilen şeylerin çoğu kanmamak içindir. Onlar iyi karar vermek için oluşturulan filtrelerdir. Onlar yeni birşey keşfetmeye yeterli değildir, yeni keşfedilmiş şeyleri irdelemek içindir. Yeni keşfedilmiş şeylerin değerli olup olmadığını ölçmeye yarar. Her yeni bulunan şey değerli değildir, onun değerini anlamak için de belli araç ve gereçlere ihtiyaç vardır.