Sonntag, 30. November 2014

Futbol ile bilim arasındaki bağ

Futbol oyununda neye önem verildiğine hiç dikkat ettiniz mi? Neden Brezilya milli takımı dünya şampiyonasında en iyi dereceyi alması gerekirken ortalarda bir yerde tıkanıp kalıyor ve Alman milli takımı ise sürekli ön sıralarda yer alıyor? Oysa yetenekli futbolcu açısından Brezilya en değerli futbolcuları yetiştiriyor. Alman oyuncuları da fena sayılmaz ama uluslararası isim yapmış oyuncular değiller. Böyle olmasına rağmen neden Almanya Brezilya'dan daha iyi sonuç alabiliyor? Türkiye milli takımını da eklersek, çünkü Brezilya takım oyununa çok benzer yani var, tabii ki o takım kadar kaliteli futbolcuya sahip değil.

Brezilya ve Türkiye milli takımını bağlayan ortak özellik iki takımın da bireysel oyuna daha önem vermesi sayılabilir. Araştırılması gereken başka konu ise futbolun bu iki ülkede ne gibi ekonomik payı olduğudur. Olaya toplumsal bakıldığında, futbol fakirlikten kurtulmaya yarayan bir araç olarak görülüyorsa ve seyircilerin ilgi odağı rakip oyuncuları en geride bırakan oyuncu ise ve o daha fazla yankı getiriyor ise, futbolcular beraber top oynamak yerine en ön safhada olmaya çalışacaktır. Ne kadar çalım atarsa, ne kadar topu iyi döndürür ise seyirciden o kadar fazla alkış alıyor olacak, futbolcu beraber oynamak yerine kendini göstermeye çalışacaktır. Bireysel oyun böylece kültürel teşvik edilmiş olur ki bu da takım oyununu desteklemez. Bireysel oyunun nereye kadar geldiği de sonuç gösteriyor: Türk milli takımı turnuva elemesine takılıyor, Brezilya milli takımı ise turnuvada ortalarda bir yerde yer alıyor.

Futbola yansımış aynı zihniyetin bilim için de geçerli olduğu kanısındayım. Toplumda bilim adamının imajı onun herkesten kapalı bir yerde kendi başına buluşlar bulduğu ise, aynı futbolda olduğu gibi bilim adamının da yanlız çalışacağı, çalışmasını diğerlerinden gizleyeceği aşikardır. O kendi başına tüm şöhreti kapmak isteyecektir. Diğerlerini de kendi emeğini çalmak isteyen potansiyel hırsız olarak görecektir. Bu nedenle de ortak çalışma en asgari derecede olacak, fikir alışverişi yok denecek seviyeye inecektir.

Bilim çalışmasından iyi bir sonuç almak için, futbolda olduğu gibi takım çalışması yapılması gerekir. Ancak ve ancak fikrin çok rahat sirkülasyon yapabildiği ortamda iyi sonuçlar alınabilir. Bazı firmalarda belli süre aynı bölümde (ar-ge birimi) çalışanı başka bölüme sevk ederler ki yeni bölüme dışardan hem katkısı olsun, hem de kendisi yeni yöntemler keşfetsin. Bir midye küçük bir toz parçasını nasıl inciye dönüştürüyor ise, dışardan gelen yeni personelin o bölümde midyede olduğu gibi toz görevi görecektir. O zamana kadar kabuklaşmış düşünce ve yöntemleri bozacak ve yeni oluşuma destek verecektir. Dışardan geldiği için bölüm içi türkülerden haberi olmayacak, olaya daha esnek yakalayacaktır.

Birimlerin dışa açık olması herkesin kolaylıkla birim değiştirmesini teşvik eder ve bilgi sirkülasyonunu destekler. Burada bilgi sürekli oluşum içersindedir. Kişilere özel değildir. Hem bulunduğu ortamdan yararlanıp hem de o ortama katkıda bulunmakla bilgi gelişir. Futbolcuda olduğu gibi en güzel hamleleri yapmak belki de göz kamaştırıcı olabilir, ama verimli olamaz. Belli bir yere kadar geldikten sonra tıkanıp kalır o. Bu nedenle bireyi dışardan alkışlarken hangi sonuçlara varacağını iyi düşünmek gerekir. Bireyin gönlünün hoşnut olması yapacağı işin iyi olması anlamına gelmez, hatta tam ters etki de yapabilir. Kendini iyi zanneden daha da iyi olmak için birşey yapmaz, çünkü ne yaparsa yapsın seyircinin gönlünü fethetmiştir bir kere.

Dayanıklılık ve sabır

Aşık Veysel "Kişi sabır ile bulur kemali/Sabretmeyen maksudunu bulamaz" der.

Üniversitede, bize alıştırma yaptıran öğretim bir görevlisi başarının sırrı çok fazla akıllı olmak olmadığını, sabredip dayanmanın daha iyi sonuçlar getireceğini söylemişti. Gerçekten de benden daha akıllı öğrenciler strese sağlayamadıkları için okulu bırakmak zorunda kalmışlardı.

Her uzun seyahat ilk adım ile başlar. Bu seyahat kendi içine yönelik bir seyahat ise, daha çok uzun süreceği kesindir. Hedefi de belli olmadığı için seyahati sürdürmeye dayanıklı ve sabırlı olmak gerekir. Karşıya çıkan ilk engelde hemen pes eden, o engelin de ona birşeyler öğretebileceği şansını kaçırır. Dayanıklı olan, o engeli aşılamayacak engel olarak görmez, seyahat esnasında halledilmesi gereken küçük bir engel olarak görür. Her aşamada kendine güveni ve deneyimi artar. Engelleri aştıkca gerçek anlamda öğrenir. Terlemeden elde edilen bilgiler süs gibidir. Bir işe yaramaz.

İş alımında personal seçimi yaparken dayanıklı olmak aranan özelliklerden bir tanesidir. Bir daldan diğerine atlayanın dikkati de çabuk dağılacağı için, çalıştığı işe kendini veremeyecek ve zor durumlarda sorundan kaçacaktır. Bu nedenden olmalı ki dayanıklı olmak ve işe saatinde gelmek aranan özelliklerdendir.

Küçük yaştaki çocukların isteklerine karşı dayanıklı olup olmadıklarını ölçmek için "şeker testi" de denilebilecek teste tabii tutmuşlar. Deneyen, sadece bir masanın olduğu boş odada masanın üstüne şeker bırakıp çocuğa 15 dakika sonra geleceğini ve geldiğinde şekerin hala orada durması şartında çocuğa tekrar bir şeker daha vereceğini vaat etmiş ve odayı terk etmiş. 15 dakika sonra odaya geldiğinde bazı çocukların şekeri yediğini, bazılarının ise yetmediğini tespit etmiş. Bu deney orada kalmamış, uzun zaman o çocuklar gözetlenmiş. Şekeri hemen yemeyenlerin ileriki yaşta daha başarılı olduğu tespit edilmiş. İlk anda hissine kapılanların, hazzı hemen tatmak isteyenlerin başarı oranı diğerlerinden daha az olduğu görülmüştür. Belki de başarının sırrı dayanıklılıkta yatıyor.

Samstag, 29. November 2014

Eleştiri ve beyin fırtınası

Beyin fırtınasının önemini vurgulayanlar bu yöntem ile çok iyi mesafe kat edildiğini ve dolayısı ile uygulanması gereken en iyi yöntemlerden bir tanesi diye reklam yapıp yaygınlaşmasını amaçlamışlardır. Bu ekipten bağımsız yapılan diğer incelemelerde beyin fırtınasının pek de vaat ettiği gibi iyi sonuç vermediği ortaya çıkmıştır.

Beyin fırtınasında katılımcıya kafasından geçen şeyleri herhangi sınırlama olmadan söylemesi ve dinleyicilerin de söyleneni yorumsuz dinlemesi istenir. Herhangi bir yorum kısıtlama getireceği kanısı ile yapılmaması gerektiği kanısı yaygındır. Kendiliğinden iyi şeylerin doğacağı zannedilir.

Bu savdan şüphe duyulmuş olmalı ki bir kaç bilim adamı bu savı test etmek istemişlerdir. 250 civarında deneği çağırmış ve bunları üç gruba ayırmışlar. Birinci gruptakilere hiç bir komut vermeden grup çalışması yapmasını istemişler, ikinci gruba beyin fırtınası yapılmasını, üçüncü gruba ise eleştirinin de yapılabileceğini söylemişler. Sonuç olarak en kötü sonuç birinci gruptakilerden, ikincisi beyin fırtınası grubundan, en iyisi sonuç ise eleştiri grubundan çıkmıştır.

Beyin fırtınası grubunun zannedildiği kadar neden iyi olmadığı aslına bakılırsa ortaya atılan fikirlerin herhangi geri bildirim getirmediği ve dolayısı ile uygulanıp uygulanamayacağı konusunda da fikir yürütülememesindendir. En iyi dereceyi alan gruptakiler ortaya atılan eleştiri ile öne sürülen konu üzerinde çalışma şansını buluyor, zihinde simülasyon yapılıyor ve konunun eksik yerleri varsa ortaklaşa giderilmeye çalışılıyor, eğer çözülmesi gereken sorun var ise ortaklaşa alternatif yollar denemesinden iyi derece alıyor olmalarından kaynaklanıyor.

Steve Jobs Pixar firması binasını kurarken binayı açık, ve insanların birbirleri ile en kolay şekilde irtibata girebilecek şekilde dizayn ettirmiştir. Tuvaleti de firmanın ortasında bir yere yapması, en sık kullanılan bir mecmuaya giderken yanında veya çevresinde insanların daha kolay konuşma şansı bulacağı görüşü yatıyordu. Bir de kahve barlarının kurulması da daha kolay fikir alışverişi yapma amaçlıydı. İlk önce herkesin tuhafına giden bu yapı, beklentinin de ötesinde firmaya katkıda sağlamıştır.

Firmanın başka bir özelliği ise eleştiri kültürünün yaşanması olmuştur. Tabii ki eleştiri yaparken dikkat edilmesi gereken durumlar da var. Her eleştirmenin düşünmesi gereken şey, konuyu bir adım nasıl daha ileri götürmesi gerektiği konuda fikir yürütmesi idi. Böylece çok aşırı tartışmalar tamamı ile önlenememiş olsa bile kısır döngüler önlenmiş oluyor.

Eleştirinin hem firma için hem de eleştiriye mahruz kalan için çok şeyler veriyor olması Silicon Valley bölgesini en önde gelen firmaların tercihi haline getirmiştir. Doğabilecek hatanın üretime başlamadan önce men edilmesi yaptıktan sonraki düzeltmelerin daha pahalıya patlamasını önlemiştir.

Diğer taraftan bireysel açıdan bakıldığında şahısların daha direnişli olmalarını ve sunuşlarına daha iyi hazırlanmaları sağlamıştır. Ne kadar tartışmalarda çok zaman harcanmış olsa bile ortaya çıkan sonucun uygulanan yöntemin doğru olduğunu kanıtlamıştır. Yöre yasasının da etkisi ile insanların bir firmadan diğerine geçebilmesi kolaylaşmıştır. Oysa başka bölgede bulunan firmalar eski işçilerin rekabetçi firmada çalışmasına izin vermediği ve böylece bilgi akışının da önlenmesine neden olduğu tespit edilmiştir ve dolayısı ile büyümede sorun yaşandığı görülmüştür. Silicon Valley firmalarında çalışanların çok sık iş değiştirdiği, bunun bir firma için dezavantaj olmadığı, çalışanların sevdikleri projede çalışabilmesi verimliliği daha da artırdığını göstermiştir. Google, Facebook gibi büyük firmaların buraya yerleşmesi ve inovasyonda en ön sıralarda olması tesadüfi değildir.

Mittwoch, 26. November 2014

Hakikat ve kaba taslak üzerine

Hakikat üzerine konuşulduğunda onun diğer ögelerden bağımsız ve onlardan ayrı olduğu akla gelir. Kullandığımız dil de zaten bunu destekliyor. Mesela taş diyoruz, ve taşın diğer ögelerden ayrı olduğunu zannediyoruz. Normal şartlarda bu doğru sayılır, çünkü günlük işimizi görmek için taşın zamanla aşındığını, onun da form değiştirdiğini belirtmek gerekmez. Biz, onu sürekli hiç değişmez olduğunu varsayarak isimlendiriyoruz. O taşdır ve ebedi taş kalacaktır, çünkü biz ona isim verdik bir kere.

Her isim koyma o şeyin ebedi yaşayacağı hissi uyandırır. İsimlendirmek kaba taslak bir iştir. O herşeyi basitleştirir. Ama olayın özü iki cismi sınırlayan bölgede cereyan eder. Enteresan olan şey o periferi bölgesinde olup bitenlerdir. Hayat işte orada başlar, çünkü orası belirli olmayan bölgedir. Birşeyin neye dahil olduğu tartışmalı o bölgelerdir.

Futbol maçlarında bile topun kaleye girmesi pek heyecanlı değildir. Onun durumu bellidir, ama asıl heyecanlı olan sahneler kritik durumlardır. Topun kale çizgisini geçip geçmediğini saniyede hakemin doğru tespit edip edemediğidir ve bunun sonrasında gelen hakikat bulma tartışmaları.

Fizikte de Newton denklemi yerçekimini betimleyen işe yarayan bir basitleştirmedir. O basitleştirme ile çoğu problemler kısa yoldan çözülmektedir, yanlız bu denklem bir şeyi kaba taslak hesaplamak içindir. Mikro ölçekli objeleri betimlemek için Einstein denklemine ihtiyaç vardır. O olguları daha incelikli betimler.

Şimdi hakikati aradığımızda hangisinin daha hakiki olduğunu söyleriz? Bilinmelidir ki burada iki teori de olayları kendi alanları içersinde betimler. Belki de bizim bilmediğimiz üçüncü bir teori herşeyi kapsayan bir teori olacak ve bu ikisi onun yanında basitleştirilmiş bir teori olarak kalacak. Bilmiyoruz. Hakikatin ne olduğunu bilmiyoruz. Görü organlarımız sınırlı ve dolayısı ile görüş açımız da sınırlı. Sınırlı bir dünyada sınırlı görüş alanına sahibiz. Bu nedenle hakikati bilmiyoruz.

Dienstag, 25. November 2014

Hakikat ve kanıt üzerine

Kanıt ile hakikat arasında fark vardır. Her kanıtlanmış şeye hakikat denmesi yanlıştır, çünkü yanlış birşeyin yanlış olduğunu kanıtlamakla o şeyin hakiki olduğu anlamına gelmez. Eskiden eter diye bilinen uzaydaki boşluğu dolduran bir madde varsayılırdı. Böyle bir maddenin olmadığı ortaya çıktı. Olmayan birşeyi kanıtlamak o şeyin hakikati olamaz. Kanıt doğrudur ama herhangi bir hakikati, özü yoktur. Öz göze gizlidir.

Kanıt belli bir metoda veya çerçeveye (dile) bağlıdır. Bu kapsamda kanıt için gereken araçlar belirlenir ve atılan adımlar da bu çerçeve içerisindedir. Bir çizginin hakikati nedir? Onun diğer bir çizgiye paralel olduğu mu? Öklid kuramında iki cizginin birbirine temas etmemesi kanıtlanabilir ama bu hakikatin ne olduğunu bize açıklayabilir mi? Bence hayır, iki çizginin paralel olması seçtiğimiz metoda bağlıdır, yani Öklid kuramını seçtiğimiz için o iki çizgi sonsuza dek birbiri ile birleşmez. Eğer hiperbolik bir kuram seçmiş olsaydık o iki çizginin sozsuzda birbiri ile birleştiğini görürdük.

O halde birşeyi kanıtlayıp kanıtlayamamak kullanılan metroda bağlıdır. Birşeyi kanıtlamış olmak bile, o şeyin hakikati hakkında birşey söylemez. Kanıt sadece ve sadece elimizdeki araç ve gereçlerin doğru kullanıldığını söyler.

Mahkeme de hakikat bulma kürsüsü değildir. Orada akademik anlamda hakikat aranmaz, orada yasanın yarattığı çerçeve içersinde bulgular değerlendirilir, sanık yasaya karşı aykırı davranışta bulunmuş ise cezalandırılır, aksi halde suçlu olsa bile, yasa ceza öngörmüyorsa serbestir.

Kanıt ile birşeyin özüne inilmez. Elektronun var olduğu kanıtlanmış olsa bile o kanıt elektronun hakikati üzerine hiç birşey söylemez. Elektron belli bir metoda göre dalgadır, belli bir metoda göre da parçacık. Kanıt elektronun hakikati hakkında birşey söyleyemez, o kendi çerçevesi içersinde sadece bir tahminde bulunur. Bu gözünü kapalı bir adamı bir filin yanına getirip de bacağına dokunduğunda, sanki sütuna dokunmuş olduğunu ve hortumuna dokunduğunda ise su borusuna dokunduğunu  zannetmesi gibidir. Onun fil hakkında hiç bir bilgisi yoktur, bütünü göremez, sadece parça parça algılar.

Montag, 24. November 2014

Hakikat ve çerçeve

Kabul gören doğrular kültürel değerler haline gelir. Bu değerler o kültürün hakikatini teşkil eder, o kültürün belleğini belirler. Kültürel belleğe toplumun bilinç altı da denebilir. Bunlar sorgulamadan uygulanan toplumsal alışkanlıklardır, bu işlem birey de olduğu gibi toplumda da aynı görevi görür. İşte bu doğrular, toplumsal bilinçaltına yerleşmiş doğrular olup o kültürün hakikatini belirler. Herşey bu hakikat denen şeylerin üzerine inşaa edilir.

Sorgulanmayan doğrular hakikat olur, sorgulamaya başlandığı zaman, o zamana kadar hiç değişmeyecek diye zannettiğimiz doğrular, kaya gibi sağlam doğrular, aniden kaymaya, sığ olmaya başlarlar. Bu ilk defa atom teorisini ortaya attıktan sonra onun hiç parçalanamaz maddeden oluştuğu kanısına benzer ve sonraları daha detaylı inceleme imkanı geliştikçe atomun da parçalanabilir olduğunu bulmak gibi.

Sualsiz edindiğimiz hakikate çerçeve de diyebiliriz. Çerçeve olayları değerlendirmeye yarar, onsuz kör olurduk. Bu değerlendirme "hiç yoktan iyidir" bir değerlendirmedir. Yani yönlendirir ama yönlendirmesi o kadar da hassas değildir. O kabaca yönü tarif eder, asıl yönü bulmak yine her şahsın kendi çabasına kalmıştır.

Herkese uyarlanmış bir çerçeveyi öğrendikten sonra onu kendi ihtiyaçlarımıza göre yontmamız gerekiyor. Bize uymayan yerleri sürekli değiştirerek kendi hayatımıza daha uygun bir çerçeve haline getirmek zorundayız. Bu çerçeveyi acı çekerek inşaa ettiğimiz için o gerçek karakterimizi belirler.

Hakikat bu anlamda sözlü ifade edilecek birşey değildir, o içselleştirmiş deneyimden başka bişey değildir. Tabii ki çok değişik teoriler üretilebilir ve onların varlığını bir taşın varlığı gibi savunabilir insan. Ama bunlar gönül eğlendirmekten başka birşey değildir. Hakikat herşeyimiz ile bizi biz yapandır.

Sonntag, 23. November 2014

Libet Experiment

Im Gehirn erscheint das Bewusstsein immer nach einer gewissen Laufzeit, die verstreichen muss, damit die Wellen bestimmte Grösse erreichen und somit ins Bewusstsein gelangen. Man hat den Eindruck, dass man seinen Gehirnwellen ausgeliefert sei, was aber nicht stimmen kann. Denn wir greifen der Zukunft immer vor, wir schätzen immer, was in dem nächsten Augenblick passieren wird und richten uns danach. Weil eben diese Einschätzung sehr oft zutrifft, bemerken wir nicht die verzögerte Antwort des Bewusstseins. Es ist auch egal, dass es einige Sekunden später eintrifft, solange unsere Einschätzung im Rahmen des Möglichen liegt. Wir wissen bereits intuitiv, was passieren wird, bevor eine Sache passiert. Da wir prediktisch arbeiten, gleichen wir diese Verzögerung durch Abschätzung und wir können eingreifen, bevor eine Sache passiert. Damit retten wir den freien Willen.

Libet deneyi

Libet deneyine göre bir tarafımızı hareket ettirmeden önce beyinde elektrik dalgasının oluştuğu ve ondan belli bir zaman sonra hareket etmenin bilincine varıldığı ölçülmüştür. Bu deneyin getirdiği bazı problemler vardır. Eğer birşeyin bilincine hareket etmek istediğimizden sonra varıyor isek, herhangi birşey bizim birşeyi istemeden önce isteyeceğimizi biliyor demektir. Demek oluyor ki biz beynimizin kölesiyiz. Bu durumda özgür iradeden bahsetmek ne kadar doğru olur? Gerçek irade kimdedir?

Gerçekten de bu deneyden yola çıkarak çoğu bilim adamları özgür iradenin sadece bir sanrı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Gerçekten de bu doğru olabilir mi? Kontrol kimde? Eğer özgür irade olmamış olsaydı davranışlarımızdan kim sorumlu tutulabilirdi? Her istediğimiz şeyi yapıp "onu ben yapmadım, beynim yaptı" diye sorumluluğu üzerimizden atabilir miyiz?

Ne kadar bilim adamları özgür iradenin olmadığı konusunda hem fikir olsalar da bir şeyi gözden kaçırıyor olmalılar, çünkü biz özgür iradenin olduğu kanısındayız. En azından özgür olduğumuz hissi ile yaşamımızı sürdürüyoruz. Gerçekten özgür isek bilim adamlarının unuttuğu şey nedir?

Bilim adamlarının ölçtüğü bilinçten önce kaydedilen sinyalin doğru olduğundan şüphe edilemez. O sinyalin bilinçten önce gelmesi özgür iradeyi asla ortadan kaldırmaz, çünkü beynin asıl görevi gelecek üzerine varsayımda bulunmasıdır. O çok küçük yaştan beri çevresindeki cereyan eden olayları önceden tahmin etmeye alışmıştır. Bu nedenle birşeyi gerçekleşmeden gerçekleşeceği konusunda tahmin yürütmektedir. Bu nedenle de araba sürerken yanımızdaki kişi ile çok rahatça kaza yapmadan sohbet edebiliyoruz, bu nedenle "şu yzaıyı htaa ypamdaan  oukaybliiyrouz".

Beyin boş kalan yerleri doldurma özelliğine sahip. Gözümüzde bile kör nokta olmasına rağmen onu fark etmememiz beynimizin tamamlayıcı olduğuna işaret eder. O halde birşey olmadan olacağı konusunda tahmin yürüttüğüne göre o şey gerçekleşmeden önce o şeye karşı tedbir almak mümkündür. Birşeyi cereyan etmeden önce o şeyi yapmama şansı bizde olduğuna göre bu özgür iradeden başka birşey olamaz. Hala yaptığımız şeylerden sorumluyuz, hala birşeyi yapmadan önce yapmama şansına sahibiz.

Samstag, 22. November 2014

Hakikat nedir?

Hakikatın ne olduğu hakkında güvenilir fikir beyan etmek imkansız olur, bunun nedeni ise çok değişiktir. Sınırlı algı sistemine sahip olmanın verdiği dezavantajdır bu. Bu nedenle algıladığımız şeyler sınırlı olup zamanının ve ortamın bir ürünüdür. Bulunduğumuz şartların çerçevesinde hakikat diye betimleyebileceğimiz şeyler yorumlardan ibaret başka şey değildir. Bu yorumlar da kendi algı ufkunun genişliğini gösterir.

Her yorum yapan doğru yorum yapmaz. Herkesin söylediği şeyler de doğru sayılmaz zaten. "Bu benim doğrum" veya "Ben böyle yorumluyorum" diyerek her söylenilen şey doğru olmaz. Ne kadar ebedi hakikatı algılamamız imkansız olsa da yine de herşeyin doğru olamayacağını, bazı yorumların diğerlerinden daha tutarlı olduğunu göreceğiz. Ebedi doğru diye vaat edilmese bile, o sözde doğrular o zamana kadar en içten samimiyetle en doğru zannedilenidir. Bu geçici doğrular başkaları tarafından da teyit edilmelidir, başkaları tarafından da görülebilir olmalıdır. Tek kişinin doğrusu, doğru sayılmaz, eğer durum böyle olmuş olsaydı tımarhaneler boş kalırdı. Herhangi bir hastayı oraya yönlendirme imkansız olurdu.

Burada test edilebilir olması doğruyu bulma kriteri olmalıdır. Bu doğruyu belki de herkes deneyimleyemeyecek, ama bu bir kaç kişi tarafından algılananamıyor diye yanlış olması anlamına gelmez. Belki de sorun algılayamayanda olabilir. Algılayamayanın ufku dar veya psikolojik bir sorunu da olabilir. Doğru olan şey şahıstan bağımsızdır. O doğruyu algılamak için doğruyu vaat edenle aynı seviyede olması gerekiyor. Bazı anlar oluyor ki doğru bulunduğu çağın çok ötesinde ve yıllar geçtikten sonra ancak o doğrunun doğru olduğu anlaşılıyor. Mesela dünyanın tepsi olmadığı, yuvarlak bir topa benzediği ilk defa söylendiği zaman onu algılayabilecek ortam olmadığı için o doğrunun kabul görmesi yıllar almıştı.

Doğru, söylendiği andan itibaren şahsi bir olgu değildir artık. O tüm insanlığın malı haline geçer. Tüm insanların hazmettiği bilgi halinde kültürel değer olarak varlığını sürdürür o. Doğru olmayanlar zaten uzun ömürlü değildir. Tabiatta karşılaştığımız doğal seçilim denilen mekanizma doğruyu süzmek için de geçerlidir. Ancak ayakta kalanlar doğru sayılacak niteliktedir. Bir kültürün doğru zannettiği, ama yine de kitlesel hataya düştüğü de olabilir. Bir kültürde yer almış, yıllarca doğru diye yer yapmış şeylerin yanlış olduğunu göstermek de bir hayli güçtür ve bunu diğer fertler tarafından kabul edilmesi daha da güçtür. Doğru zannedilen olgu ne kadar çok insanlar tarafından paylaşılıyor ise onu değiştirmek de o kadar zordur.

Doğru ile özdeşleşmiş olmak insanı katı kılıyor. Kendisine öğretilen şeyleri yargısız sualsiz doğru kabul edenler o doğru ile özdeşirler. Doğru kendileri olduğunu zannederler. Oysa her doğru her insan tarafından yeniden teyit edilmelidir, ancak teyit edilmiş doğrular, deneyimlenmiş dogrulardır ve değer verilecek dogrulardır. Doğru mağarada bulunmaz, bu nedenle o insanlar arası bir olgudur. Doğru, iyi iletişim ile bulunur. İletişime açık olmak ve iyi niyetili olmanın da çok önemi vardır. Ancak ve ancak iyi bir iletişim sonrası eleklenmiş yorumların bilgi hamuruna dönüşmesi ile doğru olur doğrular. 

Über die Wahrheit

Wir können doch niemals wissen, ob wir die Wahrheit sagen oder falls jemand die Wahrheit sagt, daß wir überhaupt im Stande sind, dies auch als solche zu erkennen. Wir sollten uns klar machen, daß wir nur einen kleinen Teil der Realität zu fassen kriegen und das nur halbwegs. Daher sprechen wir, wenn wir über Wahrheiten sprechen, nicht über die "ewigen Wahrheiten", sondern über Sachverhalte, die in der Zeit, in der sie ausgesprochen ist, passend genug ist, daß fast niemand dagegen Einspruch erheben kann. Wir müssen also über zeitliche, räumluche und geistige Begrenzheit klar sein. Daher können wir nur interpretieren und solche Interpretationen zulassen, die in der ausgesprochenen Zeit am besten zu passen scheint. Daß man das wieder über Board werfen kann, sollte jeden klar sein. Aber vorläufig können wir uns darauf einigen, daß das eben die Wahrheit ist, solange nicht Gegenteil bewiesen ist.

Freitag, 21. November 2014

Aydın olan kimdir?

Kant, aydın kişi aklını kullanmaya cesaret edendir der. Ama akıl öyle birşeydir ki bizi cennete götüreceği gibi hayatımızı cehenneme de çevirebilir. İnsan aklını kullanarak hem özgürleşebilir hem de tutsak düşebilir. Özgürleşmesi için o aklından da özgürleşmesi gerekiyor. Akıl kendi kendini saf dışı bıraktığı zaman insan gerçek anlamda özgürleşebilir. Aksi halde aklın bize oynadığı oyuna kanar, özgür olduğunu zanneder ama kendi kazdığı kuyuya da kendisi düşer.

Bu oyunlar hangi oyunlardır?  Akıl kendi kendini irdelediği zaman kendisinin akıllı olduğunu görecektir. İyi bir iş becermesi akıllı olduğunun göstergesidir, diye bir izlenim bırakacaktır. İyi bir iş becermeyi sırf akla bağlamak kendi kendini kandırmaktan başka bişey değildir. İyi iş benzetmenin arkasında çok şeyler olabilir, mesela şansın yağ ber gittiğinde dilediğiniz şeye konuşabiliriz. Ama akıl bize o şeye şans icabı sahip olmadığımızı, bunun kendi günlerimize gerçekleştiğini söyleyecektir. Durum hiç de böyle değildir. Şans icabı elde ettiğimiz birşey ikinci defa gerçekleşmeyecektir. Denemekte fayda var.

Başarılı olmamızı belki de çevremizdeki insanların bize iyi gözle bakmasından kaynaklanabilir. Herhangi bir sebeble çevresindekiler bize iyi davranıyor olabilir ve bizim bundan zerre kadar haberimiz olmaz. Yine akıl bize kendi gücümüzle başarı elde ettiğimizi söyleyecektir, bu da bir kaldırmacadır.

Aydın olan bunlara kanmayacak kadar akıllıdır. Akıl kendini iyi hissetmek için neden uydurmaz, o uydurduğu nedenlerin sırrını çözmeye uğraşır. Kendi kendini kandırmaktan kaçınır. Gerçek aydın bilgi küpü değildir, bilgi bilgisayara da yüklenir ama bilgisayarın aydın olduğunu söylemek biraz garip olurdu. Aydın açımasızdır, başkasına oldugundan çok kendisine acımasızdır, çünkü başarının sonuç ile alakalı olmadığını, başarıya giden yolun daha önemli olduğunu bilir. Aydın bir izcidir, o iz sürer. İzci için başarı kadar yanılgı da önemlidir, çünkü yanılgı ona birşeyin neden olmadığını söyleyecektir. Yanılgı aslında başarıdan daha büyük bir öğreticidir. İşte aydın bunu bilendir. Karanlık bir odada ne görmek mümkün olur ki? Biz de böyleyiz işte. Dünya, kadınlık bir oda misali.

Elma yeme meselesi

Dostoyevski, insan hiç birşey yapmasına gerek kalmasa, gece gündüz pasta yemekle ve sadece nesnesini sürdürmekle zaman geçirmiş olsa bile yine de bu durumu tehlikeye atacak ve kendi deliliğini elinden bırakmak istemeyecektir, der. Adem ile Hava da hiç birşey yapmadan ebedi yaşamayı, sıhhatli olmayı, tembel tembel cennette vakit geçirmek yerine hem kendisine acı veren bir durumu seçti, hem de kendi kaderini kendisi belirlemek istedi. Yasağın konması ile bilinçlenme de ortaya çıktı. O insanlar, sınır konması ile kendi sınırının da farkına vardı. Ne paradoks bir olgu, değil mi? Aslında farkına varılmasını istenmeyen birşeye dikkat çekildiği zaman o şeyi bilinçte bir defa daha silmek imkansız oluyor. Yasak konmamış olsaydı belki de o insanlar hiç birşeyi fark etmeden ömürlerini devam ettireceklerdi. Bu aynı kapıya asılı bir yazının "bu yazıyı okumayın" konutuna benziyor. Yazıyı okumadan kağıtta neyin yazdığı bilinmez, bilindiği zaman da o yazıyı okumamak için çok geç kalınmıştır.

Onlar bilinçlenmişler bir defa, artık eskisi gibi bir hayat sürdürmek imkansız olur. Bir defa farkına vardığı şeyin farkına varmıyor muş gibi yapamazlar artık. İsteseler de istemeseler de o eski masum halini kaybetmiştir, bilinçlenmek ile sorumsuz bir hayata devam edilemez. Onlar sorumluluğu eline almak zorundadır, ne kadar hata yapsalar da, ne kadar yaşam güç olsa da kaderinin kendi elinde olduğunu bilmek onun hayatına anlam katacaktır. Anlam, yaptığı şeyi zihinde tekrar canlandırıp, yorum yapmaktır.

Bilinçlenme belli şeylere işaret edildiği zaman da gerçekleşiyor. Özellikle yasak edilen şeyler merak uyandırıyor. "Ben buyum" dendiğinde otomatikman "Sen şusun"u da doğurmuş oluruz, çünkü BENin sınırlanması ile aynı zamanda BEN olmayanı da yaratmış oluruz, yani SENi. İstenmedik şekilde BENi belirlemeye çalışırken SENi de yaratmış oluruz, oysa amaç tek bir BEN yaratmak değil miydi? Kurgulanan BENin kapsamı ne kadar geniş olursa olsun, o kendine başka bir BEN yaratarak ikiliği ortaya sokar: istenmedik durum.

Bu anlatılan durum zorunlu bir durumdur, o BEN ona kendini müdafa etmek için giydirilmiş bir BENdir. Kendini bilmek fikir bazında olmaz, öyle veya böyle demekle hiç olmaz. Kendini bilmek aynı zamanda kendini unutmak ile de alakalıdır. Kendini gerçekten unutan sağlam bir benliğe sahiptir. O ne yapılması ve nasıl davranılması konusunda çok emindir ve güveni vardır. Ne kadar kendi içine baksa da orada birşeyin olmadığını, gizli saklı hiç birşeyin olmadığını kavrayacaktır. Ne kadar çocukluk zamanına inse de fazda birşey göremeyecektir, o sadece hatırladığı gibi, kendini nasıl görmek istediği gibi kendini görecektir. Bugüne o inişin katkısı olmaz. Bir fikrin yerine başka bir fikri yerleştirmekte pek fayda görülmez, bizim olan şey sadece deneyimimizdir. Deneyimlerimiz de kendini alışkanlık ile gösterir. Kendini bulmak demek o halde kendi alışkanlıklarının farkına varıp onların kölesi olmamaktır.

Bu nasıl olacak diye sorulursa pek de kolay olmayacağı aşikardır. Birşey öğrenmek için alışkanlık ediniriz, edindikten sonra da ona alışmamak için tekrar bir savaş veriliriz, peki ne anladık bundan?  Bundan anladığımız şeyler arasında farkındalık gelir. Neyi nasıl yaptığımızın farkında olup şartın elverdiği gibi davranışta bulunmamızı sağlamış oluruz, yani biz davrandırılmak yerine kendimiz davranırız. İşte farkındalıklı bir benliğin gerçek öyküsü. Bundan başka öykü yoktur. Hayal üzerine herhangi bir kurgu da yoktur. Bu anında kendini gösterir. Olması gerektiği gibi değil, olduğu gibi davranır.

Elmanın öyküsü budur: o bizi kendi öykümüzü bulmaya teşvik etmiştir. Merak edip kendi kaderimizi kendimiz belirlemeye teşvik etmiştir. O bizi tedirginlikten etkinliğe teşvik etmiştir. 

Samstag, 15. November 2014

Doğa birşey unutmaz

Doğada rastlantının veya önceden belirlenmiş olmanın hakim olduğu sorunu çoğu insanın kafasını karıştırmıştır. Bu o kadar derin bir sorundur ki en eski filozoflardan bugünkü filozoflara kadar çoğu önemli filozof bu konuda fikir belirtmiştir. Onların çoğu ya rastlantı üzerine yoğunlaşmış, ya da belirlilik üzerine. Çok azı ikisinin aynı anda birbirini tamamlayacağı fikrini savunmuştur.

Doğanın hiç birşeyi unutamadığı savı bu iki görüşün birbiri ile ne kadar bağlantılı olduğunu gösterir. Doğada rastlantının hakim olduğu kadar da belirlenmiş olmanın payı vardır. Rastlantıya başka pencereden baktığımızda ona karar alma mekanizması da denebilir. Kararın nasıl alınacağı belli olmadığı için ona rastlantısal denmesinde pek hata yapılmış olunmaz. Karar almanın rastlantısal payı olması belki de özgür iradeyi de açıklayabilir.

Aslına bakılırsa bu üç konu üzerine sayfalarca kitap yazılabilir. Ben yine de kısa yoldan gitmeyi deniyorum. Doğanın sadece rastlantısal olduğu kanısı, her yapılan şeyin tekrar baştan başlaması gerektiği kanısını desteklemiş olacaktı, oysa doğa hiç öyle de değil. Zannedildiği gibi doğa katettiği bir yolu defalarca katetmiyor. Nedeni ise çok basit: doğa aldığı kararı unutmuyor.

Hiçbirşeyi unutmuyor tezi, doğanın belirli olduğuna dair bir ipucudur. Doğada süreklilik hakimdir, taa ki karar alınana kadar. Her Karar alma bir sıçrayıştır, o sürekliliği belli bir seviyeye taşır. Sıçradıktan sonra süreklilik yine devam eder. O bir daha başlangıç noktasına geri gelmez. Herşey değişmiştir.

Kararlar bilinçli şekilde sisteme entegre olamadığı zaman, onun farkına varılmadığı zaman herşeyin belirlenmiş olduğu zannedilir. Herşeyin belli güçler tarafından yönetildiği, kendisinin pasif olmaktan başka çaresinin olmadığı kanısı hakimdir. Oysa kendisinin karar verebileceği ve verdiği kararların da onu uzun zaman belirleyeceği hakim olsaydı, alacağı kararların sorumluluğunu daha fazla üstlenirdi.

Bir insanın hangi mesleği seçeceği, kiminle evleneceği, arkadaş grubunun kimler olacağı, hangi partiye üye olacağı, gibi çoğu meseleler genelde özgür irade ile alınır. Bilinçli alınan kararların özgür olduğundan yola çıkmak gerekir, çünkü normalde o kararlar alınırken herhangi bir baskı kurulmaz. Bir karar alındı mı, o bir dahaki hayatı belirler. Ondan sonra geri dönüş yok denecek kadar zordur. Doğa o alınan kararları unutmaz. Bu her konuda aynıdır. Doğa daha önceden alınan kararlar üzerine yeni şeyleri inşaa eder. O her defasında yeniden başlamaz. O yeni şeyleri o zamana kadar başarı ile sürdürmüş şeylerin üzerine inşaa eder. Bu nedenledir ki, başarılı bir sistem her canlıda aynıdır. Bir defa iyi iş görmüş birşey her canlıda kopyalanır. Neden Amerika ikinci defa keşfedilsin ki?

Canlıda sürekliliği taşıyan onun genleridir. Her kopyalamada hata yapma payı vardır, bu rastlantısaldır. Rastlantısal yollarla gelinebilecek yeni özellik ayakta durmayı başarır ise hayatını devam ettirecektir, aksi halde yok olacaktır. Doğa hiçbirşeyi unutamadığı gibi yeni şeyleri de dener. Unuttuğu şeyler zaten yok olurlar.

Kurgu ile gerçek üzerine

Gerçeği anlatmak için çeşitli yolların denendiği bilinir. Mesela eski kral saraylarında kötü haberin şaklabanlar tarafindan iletildiği bilinir. Kötü haberi getiren kellesini de kaybedeceği için kötü haberi söylemek yerine susmak tercih edilirdi. Bu nedenle de her ne kadar kral çıplak olsa da, krala çıplak olduğu söylenmezdi, en iyisi susmaktı.

Cezalandırılmayı korkmayanlar sadece şaklabanlar idi. Onlar bir çocuk kadar masum görüldüğü için cezadan muhaftılar. İstediklerini şaka ile karışık söylerdiler.

Bundan hariç bazı tarikatların da doğruyu düpedüz söylemediği, söylemek istenilen mesajı bir hikaye içerisine büründürdüğü bilinir. Nasrettin Hoca hikâyesinin bile böyle bir öğreti olduğu söylenir. Masalların bile aynı görevi yaptığından kuşku duyulmamaktadır.

Drakula efsanesinin de böyle bir gerçeği söyleme şekli olduğunu düşünmekte pek hata yapılmış olunmaz. Osmanlı devletinin ne kadar iyi ve adil yönetildiği ders kitaplarında öğretilir. Bu anlatış şekli bize gösterilmek istenilen resim olamaz mı?

Bu resmin arkasında neyin yattığı belki de Drakula efsanesi ile anlatılmak isteniyor. Bu anlatım şekli Osmanlı imparatorluğunun eziyeti altında acı çekenlerin bakış açısı olamaz mı? Çocuğunu yeniçerilere kaptırmak istemeyen bir babanın dramını anlatan bir hikaye olamaz mı bu? Ailesini ve halkını kurtarmak için şeytan ile bile anlaşma yapılabileceğinin hikayesi. Ve koruma gücünün ne gibi kuvvet doğurabileceğinin öyküsü, karşısında bir imparatorluğun ordusu olsa bile.

Drakula hikayesi de gerçek durumu anlatmak için seçilen, cezadan korunmak için değişik bir yol olamaz mı? Gerçeğin bir hikaye arkasına konması şaklabanların yöntemine benziyor olamaz mı? Bunu incelemek bir tarih ustasının görevi olmalıdır. 

Donnerstag, 6. November 2014

Ölümsüzlük üzerine.

İnsanı ölümsüz yapan sürekli başkasıdır, denir. Yaşadığım sürece benim için pek de önemli değil, çünkü ben yaptığımdan haz aldıktan sonra başkasının bana değer verip vermediği önemli değil. Tabii ki başka birinin onaylaması insanın gururunu okşar, ama insan sadece gönlü okşansın diye birşey yaptığı zaten, beğenilmek veya mükafatlandırılmak için bişey yapacaktır. O halde kendi olamaz. Kendi olamadığı için de anda yaşayamaz. O yapılması gerekeni yapmaz, o kendinden bekleneni yapar. O halde aklı sürekli ya geçmiştedir, ya da gelecekte. O anı sürekli kaçıracaktır. Başkasını düşünmek ile belki de akıllarda ölümsüzlük kazanacaktır, ama o hayat kendi hayatı değildir. O ödünç aldığı hayatı yaşadığı için de hayatını sevmez. Ancak ve ancak kendi hayatını sevebilen anı unutarak anda yaşar. O zamanın nasıl geçtiğini anlamaz bile. O ölümsüz değildir ama sonsuzluğu tek bir ana sığdırır. Anın sonsuz olduğunu anda keşfetmiştir o.

Montag, 3. November 2014

Acı çekmek üzerine

İnsan acıyı başına gelen olayı anlamadığı zaman, doğru kavrayamadığı zaman çekiyor, kavramış olsa bile yanlış değerlendirdiği zaman çekiyor. Kavramış olsaydı değerlendirdiği durumun da gerekli olduğunu görür, ondan ders çıkartabilirdi. Acı çekenler kendilerini başkası ile kıyaslıyor, diğerlerinin kendinden çok daha mükemmel olduğunu, kendisinin ise beceriksiz olduğunu zannettiği için acı çekiyor.

Acı çekmenin de belki belli bir görevi olabilir. Acı çeken kurban rolüne bürünerek kendisini koruma amaçlı acı çekiyor olabilir. Acı çekmesinin nedeni kendinden olmadığını, herkesin ona karşı kötü hisler beslediğine kendini şartlandırıp acı çekmesine bir anlam yüklemiş olur ve kendisinin de suçsuz olduğuna kanaat getirir. Böylelikle suçlunun dışarda olması kendisinin hiç bir değişiklik yapmasına gerek kalmadığı anlamına gelir ki acı çektiği halde kendini güçlü (iyi) hisseder. O kendini acı çektirenden daha namuslu, daha yüce olduğunu zanneder. Nietzsche bu anlamda ne demisti? "Yaşamaya nedeni olan herşeye katlanır." (*)

Aslına bakılırsa, başına gelen şeylerin dışardan ona geldiğini ve böylelikle düşman ilan ettiği şeylerin hepsi kendinde olduğu için bir düşman ile savaşıldığı gibi savaşır onunla. Ve böylelikle kendi içinde onaylamadığı karakterlere ses çıkarma hakkı vermez, onları dinlemez. Zamanı gelince de onlar bir çığ gibi düşer ve önüne geleni talan eder.

İçindeki muhalif seslere söz hakkı vermesi durumunda o söylenen şeylerin kabul göreceği anlamına gelmez, bu sadece muhalif güçlerin de kaale alındığı ve demokratik yöntemle çoğunluğun aldığı karara uyulması gerektiği anlama gelir. Karar alma mekanizmasında muhalif güçler de yer aldığı için alınan kararı sabote etmeyecektir, çünkü istediği doğrultuda karar alınmadığı için elinden gelen herşeyi yapmıştır. Bir dahaki karar alma esnasında daha da hazırlıklı olacaktır. Karar kendi aleyhine olmuş olsa da değiştirme şansı ona verilmişti. İşte bu olanak ortak alınan kararı taşımaya yetecektir, içte huzuru sağlayacaktır.

Acı çekmemek için muhalif güçleri karanlık bölgeye itilebilir ve böylece gözden ırak bölgede tutulabilir. Ama ne kadar baskı olursa, o kadar da bastırılan güçler ortaya çıkmak isteyecek ve karmaşa yaratacaktır. Bu bireyin kendinde olduğu gibi toplumda da aynıdır. Toplumda da dışlanmış olanlar fırsat bulduklarında isyan edip öç alacaklardır. Bastırmakla acı dindirilemez, onun varlığını kabul edip onun da diğer faktörler gibi yaşama hakkının olduğunu anlayıp onu öğretici olarak kullanmaktan geçer yol, acıyı dindirmek. 

(*) Wer ein warum zum Leben hat, erträgt fast jedes Wie.

Samstag, 1. November 2014

İlgi ve unutma üzerine (Avni baba'dan esinlenerek)

İnsan yeni şeylere ilgi gösterir. Yeni şeyler merakını sardıktan sonra onun ilgisini çeker. Yeni şeyler o kişinin o zamana kadar edindiği deneyim ile açıklanamayan şeylerdir. O terim o kişinin alfabesinde yoktur. Bu nedenle o zamana kadar deneyimlediği şeylerle karşılaştığı yeniliği açıklamaya çalışır. Açıklayıncaya kadar da ona ilgi gösterir. İlgi göstermekle tüm dikkat ona verilir.

Asıl ilginin böyle olduğu kanısındayım. Diğer taraftan insan ilişkilerinde beklenti ile ifade edilmeye çalışılan bir ilgi vardır. Bu ilgi, ilgiyi bekleyenin gururunu okşar türdendir. İlgi görmüyorum, denildiği zaman aslında kendi egosunun okşanmadığını söylemek istiyordur. Karşı taraftan egosunu kabartacak güzel sözler duymak ister. Bu ilgi midir, yoksa egoyu tatmin etmek midir, bilinmez.

Bir kaç gün önce karşılaştığım bir olayda, genç bir delikanlı hanımının kaza yaptığını anlatırken üzüntülüydü. Hanımı istemeyerek 17 yaşındaki motorsiklet sürücüsü ile kaza yapmış, gencin bacağı kırılmıştı. Kocası özür dilemek için kazazedenin ailesine özür ziyaretinde bulunmuş, karşı taraf "hoşgeldin" demedigi için de çok üzgündü. Üzülmesinin nedenini sordum, "bizim kültürümüzde "hoşgeldin" demek kültürümüzün bir parçasıdır", dedi. Asıl sorunun kültürel bir sorun olduğunu anlatmaya çalışırken kendi kendini kandırmıyor muydu? Bence üzüntüsü, beklediği şekilde karşılanmadığı için egosu zedelendiği içindi. Kalkıp, gencin ailesinin evine kadar gidip de bunun onurlandırılmaması egosunu zedelenmişti. "Egom zedelendi" diye söyleyemediği için de kültürel faktörü öne sürerek kendini rahatlamıştı. Egosunun verdiği acının karşı tarafın duyduğu açıdan daha fazla olmasını düşünmek gerçek anlamda egosunun yaptığı bir oyundur ona.

Gerçek ilgi kendini unutup yeni şeylerle ilgilenmektir. Sırf kendi egosunu tatmin etmek için beklenen ilgi ilgi değildir.