Dienstag, 30. September 2014

Cinsel seçim ile yaratıcılık üzerine

Eş bulmaya genel bakıldığında iki yöntem öne çıkar: Bireye bağlı cinsel seçim ile sosyal seçim diye adlandırabileceğimiz ortaklaşa verilen kararın sonucunda doğan seçim.

Cinsel seçim ön plana girdiği takdirde eş bulmada kişinin kendi özelliği önem kazanacaktır. Kendisinin ne kadar marifetli olduğunu, ne kadar başarılı olduğunu gösteren unsurlar ön plana çıkacaktır. Kadınlar iyi genlere sahip olduğunu göstermek için güzelliğini öne sürecek, doğadan nasibini almamış iseler makyaj veya ameliyat yardımına koşacaktır.

Erkekler "iyi" genlere sahip olduğunu başarısı ile gösterecektir. En lüks arabalar, sahip olduğu evler başarının simgesidir. Cüzdanının kabarık olması başarılı olmasının göstergesidir. Diğer tarafta fazla zamana sahip olmak da ihtiyacından daha fazla kaynağa sahip olduğunu gösterir ki bu da başarının simgesidir. Bu durumda "işe" pek yaramayan işler, mesela kitap yazmak, resim yapmak, spor yapmak gibi dallarla meşgul olanlar da rağbet görür. Kadınların ilgisini çekmek için rakip erkeklerden bir adım daha ilerde olması gerekir. Çalışırken en fazla nasıl para kazanacağını, spor yaparken hangi yöntemin daha iyi sonuçlar getireceğini dener. Bu da yaratıcı gücünü tetikler.

İzdivaç programlarında kadınlar o zamana kadar hiç tanımadığı erkeğin becerisini ölçmek için onun kazancının ne kadar olduğunu öğrenmek ister. Erkeğin iyi ve sağlıklı genlere sahip olmasını başarısı gösterir sonucuna varırlar. Başarılı olan en iyi eşe sahip olacaktır. Uc noktadakilerin rağbet görmesi toplumun uc noktalara kaymasını sağlayacaktır. En iyisi olmak için herkes herkesle yarışacaktır. 

Sosyal seçim diyebileceğimiz eş bulma yönteminde görücü usulü seçim on plandadır. Bu yönteme göre cinsellik ön planda değildir. İnsanlar en önde olmak için fazla çaba göstermezler. Hatta tüm cinsel organlarını örterler.  Sosyal değerlere en uyumluları  rağbet görecektir. Göze batmamak, grup içerisinde kaybolmak en seçkin özelliklerden biridir. Bu şartları yerine getirenler grup içerisinde kendisine uygun görülen eşi seçerler.

Sosyal seçim ile başarı terimi yeniden değerlendirilmiş olur. Başarılı olmak kendi becerisini geliştirmek değil, ortama daha uyumlu olmaktır. Bu nedenle kendi özelliklerini geliştirici şeyler yapılmaz, o o özelliklere sahip olanı tanımaya ve onunla iyi geçinmeye çalışır. Empati kurma yetisi çok gelişmiştir. Kendi hünerini geliştirmek yerine başkasına sürekli bağlı kalacaktır ama bunu grup huzuru adına göze alır.

Kendi grubu içerisinde en fazla empatik sayılanlar kendinden olmayanlara en fazla acı çektirenler olduğunu Eckart Voland göstermiştir. Yardım etmenin gelişmeyi desteklemediği, tam tersi, gelişmeye engel olduğu görülmüştür. Yarışı ortadan kaldırmak gelişmeyi de ortadan kaldırır.

Samstag, 27. September 2014

Herşey iyilik için

Şöyle bir sahneye şahit olalım. Bir anne çocuğu ile soğuk ve yağmurlu havada dışarı çıkmayı istiyor. Anne havanın soğuk olduğunu bildiği için çocuğa kalın elbise giydirip hastalıktan korumak istiyor. Belki de kafasında çocuğu hastalıktan korumanın ötesinde başka düşünceler de olabilir, mesela çocugu hastalanması durumda doktora götürmesi çok zahmetli ve masraflı olduğu için anne önlemi önceden almak istiyor. Bu biraz da Nasrettin Hoca'nin testi hikayesine benziyor: Çocugu testiyi kırmadan dövmesi gibi.

Anne bu durumda ileriyi görebildiği için tedbiri önceden alıyor ve çocuğa kazak giydirmek istemesinin sonucu bu düşüncenin ürünü. Çocuğun aklı ise hava durumunda hiç değil. Onun kafasından da belki binbir türlü şeyler geçebiliyor. Mesela dışarı gittiğinde kiminle ve nasıl oynayacağına dair fikir yürütebiliyor olabilir. Eğer koşmak istiyor ise kalın kazağın ona engel olmasından korkuyor ve kazağı giymek istemiyor olabilir, belki de kazağın tüyleri derisine battığı için kazağı giymek istemiyor olabilir, veya kazağın rengi hoşuna gitmiyor da olabilir. Veya bambaşka düşüncesi de olabilir.

Burada annenin öngörülü davranışını çocuğun hiç tereddüt etmeden onaylayıp kazağı sorun yapmadan giymesini beklemek biraz hayal dışı olurdu. Annenin böyle birşey beklemesi çocuğun annesi ile empati kurma yetisinin tam gelişmiş olmasını beklemek anlamına gelir ki bu da çocuğun gelişme seviyesine ters düşer. Çocuk bu yaşta ondan beklenildiği şekilde empati kuramaz. O sadece kendi ihtiyaçlarını gidermek için olaya kendi penceresinden bakıyor olacak. Onun ihtiyacı o anki düşüncesidir, yapmak istediğidir.

Annesi çocuktan beklediği empatiyi kendi kuramadığı için tek bir düşüncede takılıp kalıyor: çocuğa nasıl iyilik yaparım?  Çocuğun gerçek düşüncesi sorulmadığı takdirde anne kendi isteğini çocuğa diretiyor olacak. Çocuk da kendi isteğinin göz ardı edildiğini hissedecek ve anneye karşı gelecektir. Bundan sonra olay güç gösterisine dönüşür. Anne ve çocuk inatlaşır, artık kim güçlü gelir ise, veya erken pes eder ise o kaybeder.

Çocuk kendi düşüncesini ifade etmekte zorluk çektiği için onun kendini ifade etme şekli reaksiyon göstermektir. Anne bunu inat olarak değerlendirecektir ve dediğinin ısrarla yapılmasını isteyecektir. Önceleri iyilik yapmak isteyen annenin çabası artık güç gösterisine dönüşür olacak ve olay yaydan çıkacaktır. 

Çocuğun kendi düşüncesinin sorulmaması ona kendi başına karar veremeyeceği düşüncesini aşılar. Bu tarzda yetişen çocuk isteklerini sürekli arka planda tutması gerektiğini, ondan daha iyi bilenlere itaat etmesi gerektiği mesajını alır. Kendi düşüncesine güvenmemek gerektiğini, kendi başına deneyim yapmaması gerektiği mesajı alır. Oysa anne çocuğun isteklerine saygı göstermiş olsaydı, çocuğa deneyim yapma şansı bıraksaydı ve istediği kıyafeti giydirseydi, ama yine de her ihtimale karşı kazağı yanına almış olsaydı, sorun büyümeden çözülecekti. 

Sorunun büyümesi bir tarafa çocuğa verilen başka bir mesaj ise sorun çözme mekanizmasının dialog ortamında sağlanamayacağıdır: çözümü güçlü belirler. Çocuk ister istemez ikilem içerisindedir, annesinin istediğini yerine getirdiğinde kendine ihanet etmiş olur, kendi düşüncesinde ısrar ettiğinde annesine ihanet etmiş olur. Çocuk ne yaparsa yapsın suçlu duruma düşer, bütün olay annenin iyilik yapmasından kaynaklanır.

Ölüm üzerine

Sokrates'e göre doğru felsefe yapmanın gayesi ölüme hazırlık yapmaktır, çünkü vücudun gereksinimi, isteği, korkusu ve yanılma payı vardır. Bundan dolayı onun için felsefe yapmak ölmeyi öğrenmektir. Gençliği kandırdığı gerekçesi ile ölüm cezasına çarptırılmasını da gayet sakin bir tavırla kabul etmiş, ona verilen zehiri büyük bir zevkle içmiştir. Ölüm onu fiziksel ve zihinsel bir bağımlılıktan kurtarmıştır, ölüm kurtarıcıdır. 

Erdemlik, ölmeden ölmeyi bilmek, tüm bağımlılıklardan kurtulmaktır. Bağımlılığın başka adı ise alışkanlıktır. Yıllarca aynı seyi tekrarlaya tekrarlaya görünmez hale gelir, taa ki zoraki bir kopma, ayrılma alışkanlığı göz önüne getirene kadar. İşte o anda insan ne kadar bağımlı olduğunu anlar.

Ölüm de böyle zoraki kopmadır. Ölen sevilmese bile, onunla yaşadığı sürece mücadele edilmiş olsa bile, onunla ne kadar karşıt fikre sahip olunsa bile, karşıt diye zannettiğimiz özellikler aslında bizi ona bağlayan özelliklerdir. Ölüm bu bağları her çıplaklığı ile şu üstüne çıkarır. Barajın fazla basınca dayanamaması gibi tüm damlar yıkılır ve gözler sularla dolar. Ölümle de bağımlılık gider ve insan hür olur.

"Öl ve ol" bir hür olma çabasıdır. Kişiliğin oluşmasında alışkanlıkların ölmesinin büyük bir payı vardır. Korku da hayat belirleyicidir, istekler de. Tüm bu bağımlılıkları yitirdiği zaman insan herşeyi olduğu gibi kavramaya bir adım daha atmıştır. İşte o zaman dünyayı kendi penceresinden, kendi dertlerinden ayrı görmeye başlar. Eğer Mevlana göz önüne gerilmiş bir "perdeden" bahsediyor ise, işte bu perdelerin inmesi durumunda herşeyin çıplaklığı ile görüleceği kanısındayım. Ölmeden ölmek bu olmalı. 

Senkronize olmak, af etmek ve özgürlük üzerine

Eski Roma'da bir söz vardı: divide et empire (böl ve hükmet).  Gerçekten de büyük problemlerin üstesinden gelinemediği zaman en mantıklı metod o problemi parçalayıp, parçaları çözdükten sonra büyük probleme el atmaktı. Böylece üstesinden gelinemeyen problem kazak söküğü gibi sökülür hale gelir, böylece insan probleme hükmeder. 

Henry Ford bilindiği gibi aynı yöntemi uygulayıp araba üretiminde çığır atmıştı. O araba yapımında tüm prosesleri inceleyip işi küçük parçalar haline getirmiş, montaj hattını devreye ilk defa o sokmuş, işçilerin yapmaları gereken hamlesini sadece bir kaç el becerisi ile sınırlamıştı. Bu sayede sadece araba fiyatlarını aşağıya çekmemiş, aynı zamanda yeni çalışma sistemini de hayata geçirmişti.

Ford işi bölmekle birlikte kalmamış, bir işlemi diğerine bağımlı hale getirdiği için montaj bandında iş bölümünü senkronize etmeyi de başarmıştı. Senkronize olan iş artık kendi düzenini kurar duruma geldi. Ona dışardan müdahale etmeye gerek kalmadı. Montaj bandının taktı belirlendiği zaman herhangi bir iş aksaması diğerleri tarafından ayrılacaktı. Otokontrol sağlandığı için seri üretime geçilip üretim artışı sağlandı.

İş bölümü sayesinde üretimin artması bir yana, işçilerin de özgürlüğü ellerinden gitmiş oldu. Onlar artık tek bir işlemden sorumlu hale geldikleri için, sürekli robot gibi aynı hamleyi yapar duruma geldiler. İşin tümünden sorumlu oldukları zaman neyi ne zaman yapılacağına kendisi karar verirdi.

İşbölümü sayesinde o işi yapma siklusu ve o işin hızı belirlenmiş   oldu. Sıkışıklık halinde herhangi bir zincirin durması tüm işin durması haline geleceği için herkes herkesi denetlemek zorunda kaldı. Öngörülen kilometre taşları yeri yerinde uygulanmalıydı, uygulanmadığı takdirde o af edilemezdi. Böyle bir sistemde af etmek tüm sistemi durdurur hale getireceği için sistem içindekiler öngörülen zaman birimine ayak uydurmak zorunda kaldılar. Af ile işbölümü bir arada yürüyemezdi.    

Freitag, 26. September 2014

Seçim sizin

Newton yasasına göre bir cisme dışardan müdahele etmedikçe o cisim aynı istikamette yol almaya devam eder. Her müdahale o cismin yörüngesini değiştirir. İşte bu yol değiştirme anlarına seçim yapma anı da denir. Her seçimden sonra o cisim (insan) yeni yörüngesinde hareket etmeye devam eder, taa ki yeni bir seçimin yolu değiştirmesine kadar.

Seçim noktası belirsizlik anıdır,  tesadüfün hayata müdahale etme anıdır. Geleceğin bilinmez olması bu müdahalenin yönünün önceden bilinmediğinden kaynaklanır. Seçim yapılmadığı sürece herşeyin hesaplanabilir olduğu zannedilir. Oysa hesaplanabilirlik o yol ayrışlarına kadar sürer. Seçim yapıldıktan sonra hiçbirşey eskisi gibi olmayacaktır, herşey değişecektir. Seçimden korkan Tesadüfü hayattan men etmeye çalışacaktır.

Heissenberg' in belirsizlik yasasında zamanın ve mekanın aynı anda tespit edilemeyeceği gibi borsada da kurların ve zamanın aynı anda tespit edilemeyeceği görülür. Kurların belli bir seviyeye geleceğini tahmin ettiğinizde zaman faktörünün devreye girdiğini görecek ve ne zaman tahmin edilen değerlere erişileceği bilinmeyecektir, ya da zamanı bilecek ama kurların değeri bilinmeyecektir.

Zaman sabit tutulduğunda borsanın hangi değeri alacağı bilinemiyeceği için, zamanı serbest bırakıp kurların trendini tespit etmek en akıllı yöntem olacaktır. Kurlara yol seçme hakkının bırakılması, yani ona zaman tanınması halinde istenilen değerlere ulaşılacağı görülecektir.

Daytrading diye de bilinen günlük işlemlerin yapılması yukarda betimlemek istenilen yasaya aykırı gelir. Hem zamanın hem de öngörülen değerlerin aynı anda tahmin edileceğini zannetmek, borsanın "bilincine" dışardan müdahale etmek, onu seçime zorlamak ve bu da tesadüfü ortadan kaldırmak anlamına gelir. Orta ölçekli ve uzun vaadeli yatırımlarda tesadüfün üstün geleceği ve yatırımcının zarar edeceği görülecektir.

Borsaya seçim hakkı tanınması gerektiği gibi her insanın da seçim hakkı olduğunu bilmekte fayda vardır. Borsanın nereye gideceğini tahmin etmek mümkündür, yanlız oraya giden yolu seçme hakkının kendisinde olduğunu bilmek insanı büyük kayıplardan alıkoyacaktır.

İki seçim arasındaki boşluk sorun yaratır. Hızın cazibesi çabuk değişken, oynak resimlerle veya haberlerle dikkati dağıtarak can sıkıntısını hafifletmesinde yatar. Borsada da hız aynı görevi görür, hiç birşey yapmadan beklemek ona çok zor gelir.

Her konu hakkında fikir yürüttüğünü zanneden bölük pörçük kırıntıların peşinden koşan veya her trendi kovalayan gerçekten neyin değerli neyin değersiz olduğunu anlamakta zorluk çekecektir. İnsanın seçim hakkı zaman tanındığında olur. Zaman hızlandırıldığında sağlıklı seçim için değerlendirme zamanı kısıtlanmış, onun yerine seçim yapanlar olacaktır. Borsada da olduğu gibi hızlandırılmış ortamda bireyler karar verdiklerini zannederler ama "büyük resmi" kavrayamadıkları için her seçim kendi aleyhine olur. Bazen zamanı yavaşlatıp onun verdiği başdöndürüsünden kurtulmak olaya uzaktan bakıp seçim hakkını tekrar eline almak doğru olacaktır.

Donnerstag, 25. September 2014

Zamanın hızlanması

Türkiye çok kısa zaman içerisinde kitlesel değişimlere tanık oldu. Eskiden eşşek ile bir köyden diğerine giderken, şimdi ulaşım yerini otomobillere bıraktı. Yeni yolların yapılması ile ve yeni ulaşım araçlarının (uçak ve tren)  devreye girmesi ile uzun mesafeler kısaldı. Günler alan bir yolculuk şimdi saatler alıyor oldu.

Bu hızlanma sadece mesafe kat etmekte gözlenmedi, haberleşme de aynı derecede hızlanmış durumda. Telefon ve televizyon kanallarının çoğalması hem mesafenin kısalmasına hem de haber çeşitlerinin artmasına neden oldu. Haber alma ve haber vermenin hızlanması ile kendi kabuğunun içinde yaşayan insan diğer insanların kaderlerini daha kolayca paylaşır hale geldi.

Hızlı enformasyon ve mesafe kat etmenin getirdiği yeni davranış şekilleri de beraberinde geldiği görüldü. Hızlanmanın, aile bağının hafiflemesi, ahlak değerlerinin yer değiştirmesi gibi kişisel ve toplumsal davranışların değişimine sebeb olduğu gözlemlendi. Eskiden kapalı aile hayatı sürdürürken, enformasyon dağılımının sınırı yaşadığı alan ile sınırlı sayılırken, şimdi onu etkileyen çevrenin genişlemesi ile yeni davranış şekilleri geliştirmek zorunda kaldı.

Yeni davranış şekli sayacağımız  arkadaş çevresi zorunluluktan daha çok enterese bazında gerçekleşmeye başladı. Sosyal medyanın bu kadar önem kazanması da ortak ilgi alanı çevresinde birleşmek isteyenlerin sinir tanımaz olmasındandı. Kendi yerel çevresinde ilgi alanı ile arkadaş çevresi edinemeyen sosyal medya sayesinde istediği gruplara dahil olabiliyor oldu.

Enformasyonun çoğalması ve hızlanması aynı zamanda dezenformasyon olayını da beraberinde getirdi. Enformasyonu manipülasyon kanali olarak kullanabilme imkanı doğdu. Birey için de bu süreç yeni idi, o aynı hızla hangi enformasyonun doğru hangisinin yanlış olduğunu ayırt edici bir filtre sistemi geliştiremedi.

Bu hıza ayak uyduramayanların talebini karşılamak için yeni meslek dalları türedi. Televizyonlarda yorumcular ve analizciler peydahlaştı. Bu yorumculardan da fena halde rahatsız olanlar yorumcuları piyonlar gibi değiştirdi. Eski aile düzeni sürdürmeye çalışanlar şimdi büyük Türkiye ailesi içerisinde yaşamaya devam ediyorlar.

Mittwoch, 24. September 2014

Örtünmek ve kadın reaksiyonu üzerine

Kadına kendini kötü hissetmesi için ona "sen güzel olmalısın", "sen seksi olmalısın", "sen daha zayıf olmalısın", "sen hem çalışıp hem de iyi bir anne olmalısın", "sen iyi bir sevgili olmalısın"...gibi sözlerle büyük yük veriliyor. Bütün yükün altında ezilen kadın başını  sarmakla "ben sizin idealinize uymak istemiyorum" mesajı vermek istiyor. Neden zayıf olması gerekiyor ki? Neden reklamlarda şişirilmiş kadınlara benzemek zorunda kalsın ki? Neden vitrindeki manken bebeklere benzer şekilde kendini süsleyip erkeğinin yanında aksesuar olsun ki?

Kendine biçilen rolü dolduramayan kadınlar kendini kötü hissedecektir, kendinde birşeyin noksan olduğunu zannedecektir. O rolü doldurmuş olsa bile kendini kötü hissedecektir, çünkü sevilmesinin nedeni o rolü doldurduğu için zannedecektir, sırf kendi olduğu için değil. Ne yaparsa yapsın o doğmadan yenik duruma düşmüştür. Bu durumda örtülmesi ona zannedildiği gibi hürriyetini elinden almayacaktır, tam tersi, o kendini rahat hissedeceği için daha da hürdür. O kendine biçilen rollerin üstesinden ancak kendini örterek gelebiliyor. Örtülen kadın evli ise, tek bir görevi vardır, o da yuvasının kadını olmak. O görevi yerine getirdikten sonra o hürdür. Onun karsisina ona "laf atan" biri daha çıkamaz. Ahlaklı sayıldığı için de toplumda saygındır. Yukarda sayılan, güzel olmak, işte başarılı olmak, gibi türdeki baskılardan kurtulmuş olur. Evli de gelse daha ona laf atılmaz, örtü onu erkeklerin azabından korur. Başını örtmeyenler o tarz erkekler için "kolay av" olduğu sayılır ve avlamak için herşeyi yaparlar.

Baş örtüsü aslında yukardaki yanlış yürüyen toplumsal sorunlara getirilmiş pratik bir çözümdür. Erkek hegemonyası altında kalmak istemeyen ama yine de onlardan bağımlı olan çevrenin verdiği bir tepkidir, başörtüsü. Tabii ki dinsel nedenler öne sürülebilir, gerçek anlamda hür olmaları için onlar kendilerini başörtüsü arkasına saklamak zorundalar.

Basit yaşayacaksın

Dikkat dağıtmak için çok şeyler var. Alışveriş, televizyon, başkasının derdi, kendi derdimiz, gündemler, çok hızlı geçen hareketli bir hayat... hepsi bizim dikkatimizi almak için kendi aralarında savaş veriyorlar. Bu nedenle göze batmak için herşey haddinden fazla abartılır. Televizyon ucuz değildir, ona "şok indirim" yapılmıştır. Normal olan göze batmaz. Reklamlarda sokakta göremeyeceğimiz fabrika ürünlerine benzeyen aktörler vardır. Onlar dikkat çekmek ve hatırlanmak içindir. Bizim dikkatimizi çalmak için yarış yaparlar. Dikkatimizi verdiğimiz şeyler ancak para birimi ile ölçülebilir, satış yapabilmek dikkat çekmekle alakalıdır.

Bunca dikkatimiz için yarış yapanlar arasında biz ne yapıyoruz? Biz kendi dikkatimizin nerede olduğunun farkında mıyız? Yoksa başkaları tarafından yönetildiğimizi biliyor muyuz? Tekrar dikkatin efendisi olmamız için bazen kendi kendimize zaman ayırıp kalabalıktan kaçmalıyız, bu bir nevi oruç tutmaya benzer. İnsan ne kadar midesine belli bir süre istirahat tanıyor ise aynı istirahati zihnine de tanıması gerektiği kanısındayım. Zihnin istirahati, yavaşlatmakla olur. O kendi kendine kulak asabilmesi için yavaş hareket etmesi gerekiyor.

İnsan dış görüntülerden ırak kendi iç sesini duyabilmeli. Tüm o dikkatini kilitleyen şeyler onu kendinden uzaklaştırır, kendi iç sesinden uzaklaştırdığı  gibi kendi kendine de yabancılaşır. Tekrar bir bütün olabilmesi için sakinleşmesi ve kendi iç sesine kulak vermesi gerekir. İçten gelen ses gerçek özden gelir. Gerçek öz basittir. Ne kadar dış dünyanın dikkatimizi çekmek için oyunlar oynuyor ise, aynı oyunu kendi içimizdeki sesler de yapar. En gürültülü olanı dikkati çeker. Ama yine de bu bizim özümüz değildir. Onlar binlerce düşünce parçasının arasinda sadece bir tanesidir, hem de en fazla ses çıkaranı. Bu iç gürültüsünden de arınmak ve sakinleşmek gerekir. Basit bir hayat, fazla gürültüden arınmış bir hayat böyle sadeliği sağlayabilir.

Pozitif düşünce

Son zamanlarda popüler olan pozitif düşünce terimi gitgide daha fazla önem kazanıyor ve yaygınlaşıyor. Pozitif düşünce denildiğinde herşeyin tozpembe görülmesi gerektiği gibi bir his doğabilir. Mesela insanın başına kötü birşey geldiği zaman nasıl iyimser olabilir diye sorabilir. Bu gerçekten de insanın başına felaketin gelmesi güç bir durumdur. İnsanın başına kötü birşey geldiğinde ona nasıl pozitif bakılabilir ki? Eğer pozitif bakabiliyor ise, bu kaderine küsmekten başka şey olamaz ki? İnsan böyle de düşünebilir.

Böyle düşünmekte hakkı da var. Zaten kötü haberlerin bu kadar ses çıkarması insanın tüm kaderi ile oynanmasından kaynaklanmıyor mu? Dikkat uyandırdığı için de sürekli negatif haberler öne çıkarılır, bir ağacın büyümesi ses çıkarmadığı gibi. Ancak sesi, yere düşen ağaç çıkarır. İnsan düşmekten korkar, korktuğu için de tutunacak dal arar. Düşenlerin sesi dikkat çektiği için tatlı gelir ona. O tatlıdır, çünkü bir taraftan aynı kaderi paylaşmadığı için sevinir, diğer taraftan empati kurduğu için de tüyleri tiken tiken olur. Duygusunun pençesi içerisindedir. Aklı yönetimi henüz ele geçirmediği için duygusu ona hem tatlı hem de acı gelir. Nasıl yorumlaması gerektiğini pek bilemez.

Kötü veya iyi duygu olabilir mi? Birini yüceltip diğerine önem vermemekle birini lanetlemiş diğerini kutsamiş olmaz mıyız? Duyguyu ikiye ayırmış olmakla iyi zannettiğimiz duyguyu tekrar tekrar yaşamak, diğerini gizlemek isteriz. Oysa duygu şeridi tektir. İyinin olmadığı yerde kötü olur mu? Kötünün olmadığı yerde iyi olur mu? Biz olguları karşıtları ile algılamayı ogrenmişiz. Bu nedenle bir bütün olmak için hepsine "iyi" taraftan bakmalıyız. İşte bu iyi taraf Dostoyevski''nin söylediği "Herşey iyidir, herşey, insan bunun farkına vardığında hemen mutlu olur" demesi gibidir.

Herşeyin iyi olma temennisi biraz da duyguların hükmünü kısıtlamakla olacağı kanısındayım. Ne kadar duygular bizi duyarlı yapsalar da akıl bize yön verici olanıdır. Daha da iyisi ikisinin bir arada ahenk içinde geçinmeleridir. İkisinin uyum sağlayacağı konusundaki güvenimizimizin sağlam olması gerekir. Dostoyevski''nin de söylediği gibi herşeyin iyi olacağı kanısı hakim olmalıdır.

Buna inanç da diyebiliriz. Ama bu inanç kendi kabiliyetin ile alakalıdır. Kendi çaban ile iyi bir sonuç alacağın inancıdır (güvencesi). Bu tarz düşünen biri için felaket diye birşey yoktur, felaket diye adlandırılan şeyleri o öğreticisi olarak selamladığı için o hayata olumlu bakar. Onun için iyi kötü yoktur, onun için herşey iyidir.

Montag, 22. September 2014

Saldırı ve kaçış pozisyonu

Hayatta kalma dürtüsü en belirgin dürtülerden bir tanesidir. Tehlike anında vücut düşünceyi saf dışı bırakarak kaçış pozisyonuna girer ve mideye giden kan akımını durdurur, bacaklara ve kollara kanı yönlendirir. Atalarımız için gerekli olan bir davranış büyük şehir yaşantısına uymayabiliyor. En küçük ani harekette tehlike çanlarının çalması toplumda sıkıntılara yol açabiliyor. Ne kadar yanı başımızda bir aslan ile karşılaşma şansımız sıfır olsa da diğer insanlara tutumumuz pek fazla değişmedi. Yabancı biri ile karşılaştığımızda onun dost mu düşman mı olduğunu konuşmasından anlamaya çalışırız, ona karşı savunma veya saldırma tutumu alırız.

Dünyayı dost ile düşman arasında paylaşan biri sürekli tetikte duracaktır, çevresini ona gelecek tehlikelere karşı korunmak için tarayacak ve hissettiği tehlikeye karsi anında mudafaya geçecektir. Savunmasını sadece anlık duyduğu tehlikeye karşı almaz, o geçmişte olan ve gelecekte olacak tehlikelere karşı da müdafaya geçer.

Dünyayı sadece bu pencereden gören için kalabalık şehir hayatı ona yaramayacak ve gitgide kendini diğer insanlardan soyutlayacaktır. Onca kalabalığın içinde yanlız yaşar durumda hayat sürdürecektir. Tekrar özgüven kazanıp, koruma altında diğer insanlara olan direncini yıktığı takdirde kendi kabuğundan çıkar duruma gelecektir ve normal bir hayat sürdürecektir.

Sonntag, 21. September 2014

Benim hakkımda ne düşünür?

Başkasına en büyük bağımlılık kendisinin düşüncesinden çok başkasının düşüncesine kulak asmasıdır. "O bana ne der?" düşüncesi onun elini kolunu kilitler. Aslına bakılırsa başkasını düşünmeye empati kurmak da denir. Başkasının düşüncesini ve ne yapmak istediğini önceden kavramak toplu yaşantının olmazsa olmazlarından bir tanesidir. Çünkü insan tarihi boyunca düşmanı dosttan ayırabilmesi hayatta kalma şansını arttırmıştır. Karşısındakinin ona iyi mi, kötü mü davranacağını önceden kestirebilmesi ona avantaj sağlayacağı için bu olgu kalıtsal hale gelmiştir. Bu olgu atalarımızdan kaldığı için bu davranıştan vazgeçemiyoruz. Yani karşınızdakinin ne düşündüğünü anlamak bize avantaj sağlıyor. 

Otomatikman yaptığımız bu gözlem bazı şartlarda dezavantaj haline de gelebilir. Ne yapacağımızı başkasının düşüncesine bağladığımız zaman da kendi başımıza karar verme yetisini elimizden düşürmüş oluruz. Karar vermek için taraf tutmak zorundayız, gerekirse kendi tarafımızı. Bu kendi tarafımızın doğru olduğu anlamına gelmez, sadece karar almak için taraf tutmamız gerektiği anlamına gelir.

Bu empati kurma aslında kendi kafamızda ürettiğimiz bir fikirdir. Biz empati kurmaya çalışarak karşımızdakinin ne düşündüğünü anlamaya çalıştık, onun gerçekten öyle düşündüğü konusunda herhangi bir ip ucuna sahip değiliz. Aldığımız sinyalleri doğru yorumladığımızdan da emin olamayız, çünkü onun ne düşüncesini ne de duygusal halini biliyoruz, biz sadece tahmin yürütüyoruz. Düşünce okunması şimdiye kadar gerçekleştirilememiştir.

Karşımızdakinin bizim hakkımızda gerçek düşüncesinin ne olduğunu öğrenmek için onunla diyaloğa geçmek gerekiyor. Mimiklerden empati kurarak çözmeye çalıştığımız savların onanması gerekiyor ki karşınızdakinin gerçek niyetini öğrenelim. Niyetin kötü olması halinde karşımızdaki gerçek niyetini saklayacaktır. Bu durumda da gerçek niyeti anlamamız zorlaşacaktır.

Samstag, 20. September 2014

Zihnin esnekliği vücuda yansır

Düşünce ile vücut arasında bağlantı olduğu kanısındayım. Düşüncedeki esneklik veya katılık kendini vücuda yansıtarak iz bıraktığını  gözlemlemek mümkündür. Katı düşünceye sahip olan vücudunun esnekliğini yitirir ve dolayısı ile düşüncesi ile vücudun da kırılma ihtimalinin çok yüksek olduğu gözlemlenir. Yürürken ne kadar asker gibi hedefine odaklı gözükse bile, o esnekliği kaybettiğindendir, asil yürüdüğünden değil. Kaslarının gerilmesi düşüncesinin vücuda yansıdığını gösterir.

Vücudun gevşemesi ile zihnindeki düğünlenmiş fikirlerin de gevşediği görülür. Bu nedenle hareket etmek veya vücuda makyaj yapmak zihnindeki düğünleri de çözer. Çok uzun zaman belli fikirler üzerine çalışanlar zihinlerindeki düğümü çözmek için yürüyüş yaparlar veya müzik yaparlar. İşte bu anlarda zihin içinde bulunduğu kalıbı kırar ve yeni bağlantılar kurma şansına sahip olurlar.

Bilim adamları Alzheimer hastalığının fazla oturmadan da kaynaklanabileceğini, hareketin o hastalığa karşı en etken silahlardan biri olduğunu keşfetmişler. Böylelikle zihin ile vücut arasında sıkı bir bağlantı olduğu gösterilmiştir. Zihin ile vücudun bir olduğunu söylemek ne kadar doğrudur, bilemiyorum ama bu bağlantının çok sıkı olduğu kesin.

Freitag, 19. September 2014

Darwin, Kreanistler yeni ve gelişim üzerine

Darwin evrim konusuna tarihsel bakıyor, yani gelişim sürecinde herhangi büyük bir sıçramanın olmadığı konusunda ısrarlı. Bu nedenle de türlerin ortak bir köke sahip olduğunu ve gelişimin sürekli bir biçimde gerçekleştiğini varsayıyor. Türler arası "kaybolan baglantinin" aranması da bu sebepten dolayıdır.

Kreanistler ise yaratılışın yoktan var olduğunu, yani birdenbire ortaya çıktığını savunuyorlar. Onlara göre insanın tarihte yer alması "anlik" bir meseledir. Tanrı onu yaratmıştır ve bu nedenle insanın kendinden başka akrabası yoktur, çünkü o mükemmel yaratılmıştır. Kreanistler sıçramanın var olduğunu tanrının insanı yaratması ile kanıtlanmış  olduğunu söylüyorlar ve bir daha da gelişmenin olmadığı kanısındalar.

Şimdi bunlardan hangi görüş dogru, hangisi yanlıştır? Bu soruya yanıt bulabilmek için olaya başka bir açıdan bakmak gerekiyor. "Olurdu-olmazdi" tartışması yerine neyin izah edilmek istendiği kavrandığı zaman bu sorunun çözüleceği kanısındayım. Asli irtibatı ile söz konusu olan konu "yeninin" ve "gelisimin" ortaya çıkış sebebidir. Yeninin ve gelişimin  ortaya çıkmasında hangi etkenler vardir?

Yeninin doğmasını kreanislerin öne sürdüğü, tanrı insani yaratırken o güne kadar hiç var olmayan donanımlı bir nesne üretip onu bütün çıplaklığı ile doğaya bırakmıştır, savı ile betimlemek mümkün müdür? Yoksa yeni, Darwin'in de söylediği gibi doğanın tutucu olduğu ve dolayısı ile sıçramanın olmadığı, küçük küçük mutasyonların olduğu bir evrende mümkün olabileceği gibi mi gerçekleşiyor? Mükemmel yaratılmış bir varlıkta gelişmenin ne kadar mümkün olamayacağı aşikardır.

Yeninin oluşumu konusunda Ilja Prigogine bifurkasyonun önemli rol oynadığına işaret etmiştir. Bifurgasyonlar süreklilik gösteren bir evrende ani bir sıçramanın sonunda ortaya çıkan yeni bir düzendir. Sıçrama öncesine kadar süreklilik gösteren bir olgu, sıçramadan sonra yeni özelliklerle hayatını devam ettirir. Sosyal bilimlerde Thomas S. Kuhn ise bu sıçramalı  yeniliğe "paradigma" adını vermiştir.

Yeninin oluşum konusunda Darwin'in ve kreanislerin verdikleri yanıtlar birbirine pek de uzak sayılmaz, biri sıçramalı oluşumun mümkün, diğerinin ise mutasyonun neden olduğunu söylüyor. Arasındaki tek fark, Darwin'e göre gelişimin devam etmesi mümkün gözükürken, kreanistler gelişimin olmadığı görüşünü öne sürüyorlar.

Montag, 15. September 2014

Sonuç odaklı düşünme

Diyelim ki iyi birşey yapmak istiyorsunuz, yapacağınız şey hem size hem de çevrenizin işine yarayacaktır, bu durumda yalan söylemek doğru mudur? Veya iyi birşey yapmak istiyorsunuz ama yaptığınız şey için de yaptığınız şeyden kar payı alabilir misiniz? Birşeyi göreviniz olduğu halde o seyi yaptığınız için mükafat almak mübah mıdır? Diyelim ki hiç sevmediğiniz bir düşmanınız var, düşmanınız var diye ona her türlü zarar vermek mübah mıdır? Bu sorulara evet yanıtı verebiliyorsanız, ahlak sorunu yaşıyorsunuz demektir.

Sonuç odaklı görüşlerde amaç hedefe ulaşmaktır, hedefe nasıl ulaşıldığı hiç kimseyi ilgilendirmez. Gerektiği zaman yalan söylersiniz, önünüze gelen herkesi saf dışı bırakırsınız, yeter ki amacımıza ulaşın. Bu bir sınavı geçmek için kopye çekmenin de mümkün olabileceği sonucunu ortaya çıkarır. Ben bu tür davranışlarda bir kaç tane sorun görüyorum. Haksız yere kazanç sağlamanın yanında alınan yolun izini yok etmekle yetinilmiyor, aynı zamanda ahlaksal sorun da yaşanmış olunuyor.

Kazanç haksız yere elde ediliyor, çünkü yalan söylemekle rakiplere karşı avantaj sağlanıyor ve onların hakkı yeniyor. Sonuca ulaşmak için hak yemenin, başkasının hakkına tecavüz etmenin mübah olduğu sonucu ortaya çıkıyor ki böyle bir mesajın verilmesi bir arada yaşamayı oldukça zorlaştıracaktır. Kazananın mükafatlandırıldığı kaybedenin ise herşeyi kaybettiği bir ortamda insancıl davranış beklenemez, gerektiğinde menfaatine karşı düştüğü için yarı yolda bırakmanın da bir sakıncası olmayacaktır. Verilen sözün hiç bir değeri olmadığı yerde güvence de ortadan kalkar, insanlar sadece güvendiği en yakın çevresi ile işbirliği yapar ki bu da rüşvetin doğma sebeplerinden bir tanesidir.

Yalan söylendiğinde yalan söyleyen kendi izini yok edecektir. Bu tutumun kültürel anlamda büyük sorunlar getireceği aşikardır. İznin takip edilemediği bir yerde o yerin tarihini de yok etmiş olursunuz. Tarih olduğu gibi değil de olması gerektiği gibi sergilenecektir. Belli bir amaca hitap eden tarih taraflı ve manipülatif bir tarih olacağı için taş üstüne taş konup da herhangi bir gelişme sağlanamaz. Gelişme ancak işe yaradığı sürece kaydedilir, işe yaramayan bir gelişme söz konusu olamaz.

Yalan söyleyerek kazanç sağlamanın ahlaksal boyutu da vardır. Herşeyi kullanmanın iyi olduğu mesajı verilmesi insanların metaya dönüşmesi anlamına da gelir. Herhangi bir eşyadan farksız olan bir varlığa o eşyaya takılan tavır gibi tutum sergilenmesi çok doğal hale gelir. Hastanelerde bile sergilenen tutum bir insana yapılması gereken tutumdan çok eşyaya sergilenen tavır gibi olacaktır. İnsan eşyaya dönüşmüştür artık. O halde değeri de bir eşyanın değerinden  farklı olamaz. Eğer karşısındaki düşmanı ise durum daha da vahim olacaktır. Tanımadığı insana eşya muamelesi yaptığını varsayacak olursak, düşmanına alabileceği tavır onu yok etmeye kadar gidebilecektir.

Sonuç elde etmek kadar o sonuca varıldığını bilmek de önemlidir.

Sonntag, 14. September 2014

Özgürlük üzerine

Hayatı betimlemek isteyen ve tek bir görüşe sahip olan hayatı tek taraflı görür ve o gördüğü şeyin tek doğru olduğunu zanneder. Çok daha değişik hikaye dinlemiş veya kitap okumuş biri ise hayatı değişik yönlü görme imkanı olduğunu anlar. Bu nedenle de kendi görüşünün diğer görüşler arasında sadece bir tane olduğunu görür. Bu tutum diğer görüşlere karşı saygılı olmayı gösterir. Amaç herhangi bir görüşün "gercek" olduğunu keşfetmek değildir, amaç hem kendi görüşüne hem de başkasının görüşüne mesafeli bakmaktır.

Her ne kadar betimleyici olarak betimlenmek istenilen şeyi dil ile kurgulasak da kurguladığımız şey bizim perspektivimize bağlı olduğu bilinmelidir. Bizim gibi binlerce perspektif olduğunu varsayarsak o kadar da değişik düşüncenin olabileceğini göz önünde bulundurmak gerekir. Gerçek denilen şey bu perspektiflerin kendi görüşümüze pürüzsüz şekilde uymasıdır. Yapabileceğimiz şey gerçek "gerçeği" aramak olmamalıdır, geleceğimizin tutarlı olmasıdır. Özgürlüğümüz perspektiflerin çoklu olmasını bilmek ve gerektiği zaman bu ördüğümüz ağları bozup yeniden inşaa etmek olmalıdır.  

Samstag, 13. September 2014

İyi karar vermek dönüştürür

Gelecek, potansiyel havuzu gibidir, biz bu havuz içinde yaptığımız seçim ile yeni potansiyele kendini ifade etme fırsatı tanıyoruz. Bir ağ noktasını düşünün, orada oturan biz diğer noktalara açılan ilişki ağını saçan biri olarak düşünün. Ağ noktalarında diğer insanların seçimi ile buluşup belli bir süre aynı yolda yaşamak mümkün, ama yine alacağımız kararlar bizi başka noktalara sürüklüyor. Biz bir noktadan diğerine aldığımız kararlarla ilerliyoruz. Bu nedenle o zamana kadar aldığımız kararlar bizi takip etmek için ip ucu verebilir, sonradan neden o kararı verdiğimiz anlaşılabilir ama karar verme anında hangi kararın verileceği bilinmez. O zamanki duruma ve şartlara bağlıdır hangi kararın verileceği. 

Karar alırken seçim yapmak çok şeylere bağlıdır, tek bir faktöre bağlı olduğu söylenemez.  Kahnemann'a göre insanları etkileyen iki sistem var, birincisi hızlı çalışan, bilinçaltında benliğini sürdüren sistem. Burada duygular, otomatikleşmiş deneyimler saklı. Asıl kararların burada verildiği söylenir. İkinci sistem akıl sistemidir. O sistem kontrol edendir. Bilinçaltı ile alınan kararları veto etme hakkına sahiptir veya karar hoşuna gidiyorsa vereceği kararın ne kadar iyi olacağına dair bizi rahatlatıcı hikayeler uydurmakta meşguldür. Uydurduğu hikayelerle bir nevi rahatlatma görevini üstlenir.

Aslında karar almak için sadece kendi duygularımız (birinci sistem) yetmiyor. Karar alırken sadece kendi deneyimimiz ön planda olmuyor, dışardan bize gelebilecek tepkileri de göz önünde bulunduruyoruz. Yani karar almak sadece birey işi değil, toplumsal bir faliyet haline de gelebiliyor. Bize ne derler? korkusu karar verme anında baskın çıkabiliyor, bu konumda sistem 2 herşeyi üstlenmiş oluyor. O herşeyi tartıp son anda bir karar veriyor. Tabii ki bu karar kendi duygularımızla uyuşması gerekir, uyuşmadığı anda ikilem ve vicdan azabı yaşarız. 

Bunların toplamının sonunda insan iyi bir karar vermeye çalışıyor, kararın iyi olmasında kendini akıllı, kötü gittiğinde de kendini kötü hissediyor. Sonuca odaklı düşünüldüğünde her iyi sonuç veren kararı kendimize atfediyor, kötü gideni ise başkasına veya başka güçlere. Herşeyin iyi düşünülmesi halinde bile şansın rolünü unutmamak lazım. Bu nedenle aslına bakılırsa sonuç pek de önemli değildir. Ne kadar sonuç kötü olmuş olsa da, iyi bir incelemeden sonra aslında gidilen yolun doğru olduğu görüldüğü anlaşıldığı zaman, teoriyi tamamlamak için mesela tesadüf faktörünün de teoriye dahil edilmesini öğreneceğiz. Bu anlamda yaptığımız hata teoriyi tamamlamak için şarttı. Gelecekte belki daha değişik parametrelerin göz ardı edildiği adım adım ortaya çıkabilecek ve onlar da teoriye dahil edilecektir. Teorinin gelişmesi ile bizim de teoriye olan tutumumuz değişecek, olaylara daha esnek tavır sergileyecek ve kendimiz de değişim göstereceğiz. Sonuç odaksız kararlar kişiyi dönüştürme amaçlı olmalıdır.

Yukarda karar ağlarından ve ağların ucunu oluşturan  noktalardan bahsettik. Her noktayı teşkil eden insan içinde bulunduğu ağı yorumlamak zorundadır. İşte ağ denilen şey bu yorumlardan oluşur. Ağ zannedildiği gibi sabit değişmezlerden oluşmaz, o sürekli kendini yeniler. Eski ağlar yerini yenisine bırakır. Yeni ağlar da yeni problemler getirir ve yepyeni belirleyici ağlar gerektirir. Yeni ağın doğması hiç bir zaman sona ermez. Ancak ağlar sabit kılındığında tek bir yorum hakim olur ve her yeniliği önler. Her yaşayan canlı kendi ağını kurduğu sürece kendini canlı hisseder. Amaç sağlam bir ag kurmak değildir, bu zaten doğanın kendine aykırıdır, amaç ağların kendi kendini yenilenmesine umutlu bakmak ve bu cesareti içinde hissetmektir. İşte bu cesaret insani içten dönüştürebilir. Dönüştüğü sürece de karar verme cesareti ve kendine güveni de artacaktır.

Warum es zum Crash kommen muß!

Um die oben gestellte Frage richtig beantworten zu können, sollte man sich ein generelles Bild der Lage machen. Dieses Bild, was ich durch die braune Zeichnung ergänzt habe, erscheint atrraktiv zu sein, ohne eine Erklärung ist sie jedoch nichts als eine Zeichnung. Um meine Position zu stärken werde ich von meiner auch hier vorgestellten TT-Formation Gebrauch machen, welche von 4 phasigen Entwicklung ausgeht. Nach dieser Theorie ist die 4. Phase der Entwicklung mit dem Ausbilden des Kopfes beendet, was danach folgt, ist ein letztes Aufbäumen der "Longies", welche das Feld den "Shorties" nicht kampflos überlassen wollen. Und diesem Versuch ist es zu verdanken, daß wir jetzt die linke Schulter bekommen. Da jeder nach oben gerichteter Trend 4 Phasen durchläuft, so lassen sich auch an diesem Schulter 4 Phasen erkennen.


An diesem Schulter sind bereits zwei Phasen entstanden, welche durch das kurze Andocken an die 9780-90 zu Ende kam und wir eine Konsolidierung erfahren. Die Gewinne, die in kürzester Zeit fast aufgeholt wurde, werden einiger Teilnehmer dazu animieren, Teilgewinne mitzunehmen. Deshalb kann die 2. Phase auch eine Verschnaufphase bezeichnet werden.

Diese zweite Phase könnte ihren tiefsten Punkt bei ca. 9500-9550 finden. Mit dem drauffolgenden Anstieg wird dann die 3. Phase der begonnen Phase der Erholung eingeleitet, was wegen der Marklage und dem politischen unsicheren Umfeld den Dax nicht über 9780 Punkten gehen lassen dürfte. An diesem Punkt dürfte noch ein Abpraller die 4. einleiten, was die Form einer weiblichen Geschlechtsorgen ("Möbse") haben dürfte.Und an diesem Punkt ist dann die ganze Entwicklung der 4 phaserigen TT-Formation beendet und auch das Wiederherstellenwollen der gebrochenen Phase würde zu Ende gehen, was somit auch gebrochen sein wird. Ich rechne also im Oktober, dem Crash-Monat, mit einem Absturz.

Sonntag, 7. September 2014

Haz almak tehlikeli midir?

Haz almanın çoğu dinler tarafından hoş görülmediği aşikardır, bilhassa içinde yaşadığımız islam dininin hazza karşı sergilediği tutum çok daha serttir. Her konumda asketik bir tutum sergileyerek vücudu zihinden ayırmaya çalışır. Ayrım yaptığı için de vücudu lanetliyebiliyor, zihne ise yüksek değer biçebilmektedir. Vücudu kontrol altına alabilmek için bazı yöntemler geliştirip, acı çektirmeyi mükafatlandırmış ve istenilen bir durum haline getirmeyi başarmıştır. Mesela gün boyunca oruç tutulduktan sonra iftar geldiğinde en güzel yemekler onu mükafatlandırmak icin olduğu gibi.  Genelde vaat edilen mükafatlar öbür dünyada tahsis edileceğinden, kısa süren hayat içinde haz almayı ertelemek pek de zor sayılmayacaktır. Karşı cinsiyete duyulan yakınlığın mükafatı cennette misli misline geri döneceği vaat edilir. Bu durumda da şu anki alabileceği hazı kolaylıkla erteleyebiliyor.

Bireyi kendi vücudundan ayırdığı gibi kadın ve erkeği de birbirinden ayırıyor. Karşı cinse yaklaşmanın tek nedeni soyunu devam ettirmek için yapılması gereken mekanik bir işlem haline gelebiliyor. Cinsellik haz alındığı için değil, görev olduğu için yerine getiriliyor. Her şekilde kadını çekici kılacak olgular saklanmak şartıyla örtülmekle kalmıyor, aynı zamanda onun yaşam alanı da erkeklerinkinden ayrılıyor. Böylelikle cinsiyetler beraber yaşamak yerine iki ayrı dünyada, birbirlerini tanıma fırsatı bulamadan görev icabı yanyana yaşıyorlar. Onlar kendilerine vaat edilen görevi yerine getirmek için kendilerine biçilen rolleri üstleniyor, kendi hayatlarını yaşayamıyorlar.

Yaşama ayrım getirmekle ve ayrı olana belli roller biçerek hayat basitleştirilebiliyor. İyinin ve kötünün ne olduğu, neyin önemsenmesi gerektiği belirlenmiş oluyor. Zihnin vücuttan daha önemli olduğunu bu nedenle önemsiz vakanın hor görülebileceği sonucu ortaya çıkabiliyor. Vücudun hor görüldüğü o camiada toplanan insanların genelde tombul yapıya sahip olmasından anlaşılır. İyinin kötünün belli olduğu dünyada neden spor yapılsın ki? Kötü görülen vaka spor ile neden mükafatlandırılsın ki? Geçici dünyada buna zaman ayırmak günah değil mi?

Ne kadar ayrım ile hayat basitleştirilmiş olsa da, o kadar da yozlaşabiliyor. Görev tahsisi ile cinsiyetler arası çatışmayı belli derecede, roller dışına çıkılmadıkça önleyebiliyor ama diğer taraftan oyun oynamayı da ortadan kaldırmış oluyor. Oyun karşı cinsi beğendikten sonra onun dikkatini üzerine çekebilmek için yapılan hamlelerden oluşur. Makyaj yapmak kadınlarda, vücut geliştirmek ise erkeklerde en belirgin oyunlardan bir tanesidir. Tiyatrolara konu olan dramlar kadın erkek ilişkisi üzerine kuruludur. Ferhat bile sevdiği Şirin'i elde edebilmek için kayaları oymuştur.

Oyun oyuncunun fantazisine göre değişir, dahası fantazisini geliştirir. Umduğu sonucu elde ettiği zaman ki alabileceği hazı başka hiç bir yerde tadamaz, çünkü kendi emeği ile başarıya ulaşmış olması ona özgüven verir. O şimdiye kadar yapmadığı yepyeni birşey yapmıştır, o yeni bir şey doğurmuştur. Yeni bir şeyin verdiği haz kadar başka haz yoktur: tanrı gibi üretebilmenin verdiği haz. Haz ayrımı ortadan kaldırır, haz değişik şeylerin birleşme anında ortaya çıkan orgazm denebilecek yeni bir enerjidir. Hazı ortadan kaldırmakla sevinci de ortadan kaldırmış olur, severek birşeyler üretmenin de önüne geçmiş olur. Amaç hazır rollere bürünerek karmaşanın üstesinden gelmek olmamalıdır, amaç karmaşayı doğurmak için kullanabilmek olmalıdır. Karmaşa yeniliği de beraberinde getirir, çözülme anında haz verir. Bu şansı taşıyabilmek için karmaşaya da izin verilmelidir.   

Samstag, 6. September 2014

İnançlıların inanmayanlardan daha fazla bilime sarılması

İnsan ne bildiğini nerden bilir? Eğer bildiği şeyler özdeşleşmiş ise ne bildiğinin farkında değildir, zaman ve mekan uygun olduğu anda o bilgisi kendini gösterecektir. Bisiklet sürmesi de buna benzer bilgi örneği olabilir. Ona, düşmeden bisikleti nasıl sürebildiği  sorulduğunda, onu aciklayamıyacaktır. Bisiklete bindiği andan itibaren ne yapması gerektiğini otomatikman yaptığı icin, sürmeyi o içselleştirmiştir. Dile dökülen bilgilerle dinleyen, dinlediği bilgi ile bisiklet sürmeye kalkıştığı anda o bisikleti süremiyecektir, çünkü bazı şeyler deneyerek öğrenilir. O henüz birşey deneyimlemiş değildir, bisiklet üzerinde nasıl denge kurulduğunu düşe kalka, düşe kalka kendisi deneyimleyerek öğrenecektir. 

Diğer tarafta ansiklopedik bilgi dediğimiz türden bilgiler vardır. Onlar hatırlanabilir ve açıklanabilir bilgilerdir. Bunlar dil ile ifade edilir bilgiler olup, deneyim ile pek alakalı olmayanlardır. Mesela Türkiyenin en büyük dağı sorulduğunda Ağrı dağından başka bir yanıt olmaması gibi, veya Türkiyenin başkentinin Ankara olduğu gibi bilgiler.

Bu iki tür bilgilerin haricinde tam kesin belli olmayan, yoruma tabii bilgiler de vardır. Bu olgulara ne kadar bilgi denilir, tartışma konusu olabilir, çünkü çekiciliğini açıklayıcı oluşundan daha çok represente ettiği arka plan teorisinin çekiciliğinden alır. Burada doğruluk aranması yerine uyumluluk aranır veya yorumlamak için baz alınan teorinin çekiciliği ön plandadır. Teoriye inanan teorinin öngördüğü seyi sorgulamaktan kaçınır olmasi, teoriye leke düşürmek yerine gerçek olguyu görmemezlikten gelmesi, teori körlüğüne sebep olur. Teoride uyumluluk arayan biri daha fazla esneklik gösterecek ve kesin birşey aramaktan kaçınacaktır.

Yoruma tabii olmak demek herşeyin geçerli olduğu anlamına gelmez, herşeyin relatif (göreceli) olduğu anlamına hiç gelmez. Herşeyin göreceli olması demek hiçbirşeyin yanlış olmadığı anlamına gelir ki o zaman da herşey serbest olacaktir. Öldürmek dahi teorik anlamda nedenselleştirilebiliyor ise doğru kabul edilmesi gerekecektir. Bu da kabul edilir bir durum olamaz. Her ne kadar gerçek doğru bilinmese bile bazı yorumların daha uygun, diğerlerinin ise alakasız olduğunu göstermek mümkündür. Bir yorumun diğerinden daha uygun olduğunu o teoriye olan inançla gösterilemez. İnanç bu bağlamda kıstas alınamaz bile. O teorinin doğruluğunu ancak uyumluluk veya geleceğe yaptığı öngörülerle test etmek mümkün olabilir.

İnanan, kavrayamadığı şeye inandığı sürece ona güvenmek zorundadır. Bilimsel metod da kavrayamadığı şeylerden biridir. Bir inançlı için bilim de yerinden sarsılmaz doğrular üretiyor olup, onun ürettiği bilgilere tüm gücü ile sarılması gerektiğine inanır. Bilim adamı için yaptığı şey sadece bir çalışma hipotezidir, belki iyi bir yorum sergilemiş olabilir ama bunun geçici olduğundan kuşkusu yoktur. O bilir ki şu anki test metodları ile geliştirdiği hipotez iyi sonuçlar vermektedir ama yaptığı şeyin sonsuza dek çürütülemiyeceği kanısıyla hiç aynı fikirde değildir. Bu nedenle bulgulara temkinli yaklaşır. İnançlı kişi temkinli yaklaşmaktan çok uzaktır, onun için ya doğru veya yanlış vardır, ortada gri bir tonun olabileceğini hesaplayamaz. Bu nedenle bilim adamının bulgularına bilim adamından daha çok sarılır o.

İnanç süreci ile yeni bir teori geliştirme süreci çok değişiktir. Yeni teori geliştiren o teoriyi geliştirene kadar hangi yenilgilerle karşı karşıya kaldığını çok iyi bilir. Diğeri herşeyin üzerine hazıra konduğu gibi teoriye de hazıra konar ve o geliştirme anındaki güçlüklerden habersizdir. O emek vermediği için bir şeyin nasıl büyüdüğünden haberi yoktur, belki de bir anne babanın büyüttüğü çocuktan ayrılmak istemeyişi bir teoriyi geliştiren gibi emeğin değerinden anlıyor olmasından kaynaklanabilir. Büyütülen şey ortak mal olacağı için onu çocukların erişkin dönemde bırakıldığı gibi bırakılması gerekir, aksi halde o da totem haline gelir.




Diktatör olmak yoruma hakim olmaktır

Herşeyi belirleme isteği sınırsız duyulan korkudan, herşeyin kendi iradesi dışında seyretme imkanı doğabileceğinden dolayı kaynaklanır. Herşeyin hesaplanabilir olması çoğu seyi güvenilir kılar ki bu da tesadüfe karşı alınan, korkuyu yenme amacli tedbirlerden sayılır. Herşeyin kontrol ve el altında olması rastlantıyı yok edeceği  gibi aynı zamanda güvenliği de sağlamış olur.
Bu gibi dünyada herşey belli, yerinde ve olması gerektiği gibidir. Tesadüflere yer verilmez. Belirsizlik özgüven sorunu yaratır, çünkü o olduğu zannettiği şeyin ayağının altından kaydığını fark eder. 

Herşeyi belirleme isteği ile oluşumun yerini güven almış olur. Oluşum önceden ne oluşacağını bilmediği, içinde kesin bir hedef belirgin olmayan tesadüfü de içinde barındıran bir olgudur. Oluşum tek başına gerçekleşmez, oluşan bilir ki onun kendi dışında diğer varlıklara da ihtiyacı vardır. O kendini diğerlerinden soyutlayamaz, soyutlayamadiğı için de olacağa kendini açık tutar, diğerleri ile işbirliği yapar. İşbirliği yapmak güçsüzlük ifadesi değildir, tam tersi bu aslında gücün göstergesidir. Oluşumun önceden ne olduğunu bilmeden iyi birşey olacağına güvenmek güç değildir de nedir pekala? İyi birşey yapacaklarına güvenerek başkasına tahammül etmek, kendini belirsiz bir duruma sokmak güç göstergesinin tam kendisidir.

Diktatörler korkudan olmalıdır ki herşeyi belirlemeyi yeğlerler. Onlar da güçlerini güvendikleri en yakın arkadaşlarından alırlar, zaten arkadaşlarını hesaplanır ve güvenilir insanlarla donatmışlardır. Onların güvencesi herşeyin düşüncesi gibi gerçekleştiği anlardır, düşüncesi haricinde cereyan eden olgular hemen yok edilir. Bu nedenle çevresi control edilir şekilde düzenlenmiştir. Tesadüfe işini bırakamaz.

Tesadüfü ortadan kaldırmak için onların sık sık kullandığı aletler vardır. Gelenek ve göreneklere uyma şartı getirilir ki herşeyin yeri yerinde ve hesaplanabilir olmasında payı olsun. Kendi isteği doğrultusunda, gelenek süsü altında uyrukların sevilerek yerine getirilmesi istenir. Buyrukları yerine getirenler güvenilir kişiler sayılır, getirmeyenler ise ya yok, ya da görünmez edilir. Güveni yerine getirememe korkusu artık hakimdir. Herşeyi belirleme isteği artık korku salan bir ejderha haline dönüşmüştür.

Teorik açıdan herşey ya belli bir "izm" altında sürdürülmeye çalışılır, ya da hazırda olan herhangi bir din altında. Teorik anlamda da herşeyin belirli olması tesadüfün ortadan kalkmış, herhangi doğacak belirsizliğin önü kesilmiş anlamına gelir. O artık sadece insan davranışını değil, aynı zamanda neyi nasıl yorumlaması gerektiğini de belirler hale gelmiştir. Okulda ne okutulması gerektiğini, medyada ne yayınlaması gerektiği artık kendi belirleyecektir. Kendi görüşü dışındakilere söz hakkı vermeyecektir. İnsan korkudan ya herşeyin iyi gittiğine inanacaktır, ya da ortak görüşün doğru olduğu süsü verecek, gerçek görüşünü sürekli saklı tutacaktır.

Herşeyin oluşumunu başka birine devretmek kendi hayatını değil de başkasının hayatını yaşamak anlamına gelir. İnsan artık kendi duygusuna şüphe ile yaklaşan, en azından kendi duygusunu kamuoyunda gizler duruma düşen, sürekli kontrol altında birşey yapmaktan korkar duruma düşen konumuna gelmiştir. O kendi hayatini başkasına devretmiştir.

Kendisi ile uyumlu yaşayan hayatının kendi yorumcusudur, kendi hayatının sanatçısıdır. Bir diktatörün yapabileceği en iyi şey yorumlamayı bile tüketim maddesi haline getirip nasıl yorumlanması gerektiğini kendisi belirlemesidir. Bu durumda bütün işleri kendi yaptığı imajı ile insanların en önemli yetisini ellerinden alıyor ve onları kendinden bağımlı kılıyor: hayatı yorumlama yetisi. Çok insan çok yorum üreteceği için bu diktatörler için tehlike kaynağı olabilir. Bu nedenle tek bir yorum vardır, o da kendisinin yaptığı yorum. Belirsizliği teşkil eden herşey ortadan kaldırılır, gülmek dahi belirsizliği simgeler ve onlar için en tehlikeli silah haline dönüşebilir. Nietzsche bu yüzden: gülmek öldürür, der. 


Aktif ve pasif olmak

Aktif olmak gerçekten nedir? Yerinde hiç durmadan bir bu şeye, bir o şeye koşturmak mı? Yoksa bunun arkasında saklı başka şeyler mi var? İlk söylediğim yorumu destekleyici çok görüşler yaygın. Bu görüşe göre insan kendine bir hedef belirlemeli ve o hedefe ulaşıncaya kadar koşuşturmalıdır. Bu nedenle tüm enerjiyi bu hasefe kilitler ta ki hedefe ulaşıncaya kadar. Hedefe ulaştıktan sonra ne olacağı pek söylenmez ama önemli olan şey insan zihnini belli bir zaman o hedefle meşgul etmiş, başka şeye düşünme fırsatı vermemiş olmasidir.  O zihnini belli bir zaman meşgul etmiş, kendi dışında olduğu hedefle kendi zihnini köle haline getirmiştir. Tüm aktivitesi bu hedef doğrultusunda oluştuğu için hedefinin kölesidir artık o. Biz de buna aktif olmak diyoruz. Oysa zihnimiz tutsak olmuştur da haberimiz yoktur.

Tutsak olduğumuzu nasıl anliyoruz? Bu aktivitenin kendi gerçek değerlerimizle pek alakalı olmadığını nasıl anlıyoruz? Bu sözde aktivitenin gerçek değerlerimizle pek alakalı olmadığını ancak o aktiviteler durduğu zaman anlıyoruz, işte o zaman, kendi kendimizle başbaşa kaldığımız zaman, zihinlerimizi meşgul edici koşuşturmalar bittiği zaman gerçek tutsaklıktan kurtuluyor, gerçek değerlerimiz kendini belli edecektir. İşte bu zamanlar kendi kendimizle yüzleşme fırsatı buluyor, o güne kadar ne yaptığımızı sorgulama şansına sahip oluyoruz.  Bu durum aniden hiç beklenmedik şekilde ortaya çıktığı için onunla ne yapacağımızı bilmiyor ve tekrar kaçamaklık yapmak için yollar arariz. Hafta içinde çok aktif olanlar haftasonunda böyle boşluklarla karşılaşabiliyorlar. İşte bu zamanlar ya hemen arkadaşlar aranır, ya da tv bu boşluğu doldurur. Gerçek anlamı ile kendi kendimizi sorgulamaktan kaçarız.

Kendi kendini sorgulamaktan ne anlıyoruz? Sanmayın ki bir kadı önüne çıkıp ifademiz alınıyor.  Hayır, kendi kendini sorgulamak mahkeme önüne çıkmak asla değildir. Sorgulamak suçlu aramakla alakalı değil, yargılamak hiç de değildir. Sorgulamak o zamana kadar rutin şekilde yapılan şeyler üzerine muhakeme yapmak demektir.  İnsanoğlu doğduğundan beri alışkanlıklar edinir ve edindikten sonra o şeyler üzerine hiç kafa yormaz. Kafa yormak fazladan enerji sarfetmek demektir, bu nedenle o en kolay yolu seçecektir, herşeyi olduğu gibi bırakacaktır. İçinde bulunduğu kültürün bölünmez bir parçasıdır o artık.  Birşeyin neden sürdüğünü  sorgulamaz, o sadece uygular. Edindiği alışkanlıklar herşey yolunda gittiği sürece iyidir, birşeyin doğru gitmediği krizler esnasında belirir. Krizler aslında o zamana kadar olan alışkanlıkların işlemediği anı gösterir ve bize yeni durum değerlendirme şansı sunar. İşte bu anlar sancılı olabildiği kadar da şanslı zamanlardır, kendi kendimizi sorgulama anları ve yeni deneyimler edinme zamanlarıdır.

Biz bu kriz anlarını yok sayıp hiçbirşey olmamış gibi yolumuza devam edebiliriz.  Yola devam etmek gerçek pasifliğin göstergesidir. Aktif olan durum değerlendirmesi yapar, o o zamana kadar ki yaptığı yorumları tekrar masa üstüne kor, yeni durum değerlendirmesi yapmaya çalışır. İşte bu yeni çözüm bulma anları yaratıcı anlardır. Bu durumlar bize öğretilen şeylere zıt düşecektir, çünkü bizden beklenen şey sürekli o zamana kadar öğrendiğimiz değerlere uymaktır. Krizin oluşma sebebi de zaten bizim o zamana kadar ki değerlere sarılmamız değil miydi? Krizleri ortaya çıkaran metotlarla aynı krizler çözülemez. Metodların yenilenmesi, eski alışkanlıkların yerine yenileri eklenmesi gerekir. İşte bu anlar kendi çabamız olacağı için, kendi hayatımıza şekil verme anları olacağı için çok önemli anlardır. Hayatın gerçek anlamı bu anlarda ortaya çıkar.

Bizim gerçek anlamda aktif olabilmemiz kendi yorumumuzu kendimiz belirleyebildiğimiz zamandır, bizim üstüne oturduğumuz yorumlar değil.  Bizler yorumlayan varlıklarız ve insan olabilmemiz bu yorumun hakimiyetinin kimde yattığına bağlı. Başkasından aldığımız yorum ile sadece ödünç bir hayat sürdürebiliriz. Kendi hayatımızı sürdürmek kendi yorumumuzun efendisi olmaktan geçer, kendi alışkanlıklarımızı kırıp onlara daha mesafeli bakmaktan geçer.  Sadece kendi alışkanlığımız değil, bizim gibi diğer insanların da alışkanlığı olabileceğini, o alışkanlıklara da belli bir mesafeden bakmak gerektiğini bilmek gerekir. Yorumlama hükmüne sahip olanların asıl hayatımızın efendisi olduğunu bilmemiz gerekir. Ne kadar zoraki yorum belirleme çabası olacaksa da, ne kadar ana yorumu belirlemek için korkuya veya şiddete başvurulmak istense de hayatımızın efendisi olabilmemiz için kendi yorumcumuz kendimiz olmalıyız. Aktif olmak aktif yorumdan geçer.